Bu blog paylaşmaya değer Hikaye, Şiir, Film, Özlü Söz, Kitap ve Videolar için oluşturulmuş ve periyodik olarak güncellenmektedir. Yararlı olması dileğiyle.
Doç.Dr. Ali KIŞ
İnönü Üniversitesi, Eğitim Bilimleri Bölümü
Bu sayfada PAYLAŞMAYA DEĞER hikayeleri bulabilirsiniz. Yeni hikayeler buldukça sayfanın başına ekliyorum.
***
Jerry, çevresindekilerin çok sevdiği insanlardan biriydi. Keyfi her zaman yerindeydi. Çünkü her zaman söyleyecek olumlu bir şeyler bulurdu. Hatta bu
huyu nedeniyle bazen etrafındakileri çıldırtırdı bile!
Birisi nasıl olduğunu sorsa; "Bomba gibiyim" diye yanıt verirdi hep. Jerry, doğal bir motivasyoncuydu.
Yanındaki insanlardan biri kötü bir gündeyse yanına koşar, duruma nasıl olumlu bakılacağını anlatırdı.
Bu tarzı fena halde düşündürüyordu beni. Bir gün sordum; "Nasıl oluyor da, her zaman, her koşulda bu kadar olumlu bir insan olabiliyorsun?" diye...
"Her sabah kalktığımda kendi kendime; 'Jerry bugün iki seçimin var. Havan ya iyi olacak ya da kötü!' derim. Her zaman havamın iyi olmasını seçerim.
Kötü bir şey olduğunda yine iki seçimim var. Kurban olmak ya da ders almak. Ben başıma gelen kötü şeylerden ders almayı seçerim. Birisi bana bir
şeyden şikâyete geldiğinde, yine iki seçimim var. Şikâyetini kabul etmek ya da ona hayatın olumlu yanlarını göstermek. Ben olumlu yanlarını
göstermeyi seçerim."
"Yok yahu" diye dalga geçtim. "Bu kadar kolay yani..."
"Evet... Kolay..." dedi Jerry.
"Hayat seçimlerden ibarettir. Her durumda bir seçim vardır. Sen her durumda nasıl davranacağını seçersin!"
Jerry'nin bu sözleri beni oldukça etkilemişti.
Onu uzun yıllar görmedim. Ama hayatımdaki talihsiz olaylara dövünmek yerine olumlu seçimler yaptığımda hep onu hatırladım. Yıllar sonra Jerry'nin
başına çok talihsiz bir olay geldi. Soygun için gelen hırsızlar Jerry'yi delik deşik etmişler.
Ameliyatı 18 saat sürmüş, haftalarca yoğun bakımda kalmış.
Taburcu edildiğinde kurşunların bazıları hâlâ vücudundaymış.
Ben onu olaydan altı ay sonra gördüm.
"Nasılsın?" diye sorduğumda; "Bomba gibi" dedi.
"Olay sırasında neler hissettin Jerry?" dedim.
"Yerde yatarken iki seçimim var diye düşündüm.
Ya yaşamayı seçecektim ya ölümü. Ben yaşamayı seçtim.
Ambulansla gelen sağlık görevlileri harika insanlardı.
Bana hep 'iyileşeceksin merak etme' dediler.
Ama acil servisin koridorlarında sedyemi hızla sürerken
doktorların ve hemşirelerin yüzündeki ifadeyi görünce ilk defa korktum. Bu gözler bana'Bu adam ölmüş' diyordu.
Bir şeyler yapmazsam, biraz sonra ölü bir adam olacaktım.
Kocaman bir hemşire yanıma yaklaştı ve bağırarak,
herhangi bir şeye ihtiyacım olup olmadığını sordu.
'Var' diye yanıt verdim.
Doktorlar ve hemşireler merakla sustular.
Derin bir nefes alarak kendimi topladım ve bağırdım:
'Benim kurşunlara alerjim var!..'
Gülmeye başladılar.
Tekrar bağırdım;
'Ben yaşamayı seçtim.
Beni bir canlı gibi ameliyat edin. Otopsi yapar gibi değil.'
Jerry, sadece doktorların büyük ustalıkları sayesinde değil, kendi olumlu tavrının da büyük katkısı ile yaşadı.
Yaşaması bana yeni bir ders oldu. Her gün hayatımızı dolu dolu yaşamayı seçme şansımız ve hakkımız olduğunu ondan öğrendim ve de her şeyin
kendi seçimlerimize bağlı olduğunu..."
***
4" yaş: babam her şeyi biliyor.
"5" yaş: babam çok şeyi biliyor.
"6" yaş: benim babam, senin babandan daha çok şey biliyor.
"8" yaş: babam galiba bazı şeyleri biliyor.
"10" yaş: babamın gençliğinde, her şey çok farklıymış.
"12" yaş: aslında, babam bu konuda hiçbir şey bilmiyor.
"14" yaş: babama kulak asma! o, artık çağdışı kaldı.
"21" yaş: babam mı? aman tanrım! o, hiçbir şeyden anlamaz.
"25" yaş: babam bu konuda az da olsa bir şeyler biliyor. ama o yaştaki insanın bu konuda bir şeyler bilmesi normal zaten.
"30" yaş: bu konuda babamın fikrini alsak iyi olur. o kadar deneyimli ki...
"35" yaş: babama sormadan hiçbir şey yapmasam iyi olacak.
"40" yaş: acaba babam bu konunun nasıl üstesinden gelirdi? ne kadar akıllı ve deneyimli bir insandı.
"50" yaş: babamın yanımda olması ve bu konu hakkında fikir vermesini çok isterdim. onun ne kadar akıllı olduğunu hiç takdir etmemişim. oysa, ondan çok şey öğrenebilirdim. meğer babam her şeyi biliyormuş.
***
Bir okul müdürü her eğitim öğretim yılı başında öğretmenlere bu mektubu gönderirmiş:
Bir toplama kampından sağ kurtulanlardan biriyim.
Gözlerim hiçbir insanın görmemesi gereken şeyleri gördü.
İyi eğitilmiş ve yetiştirilmiş mühendislerin inşa ettiği gaz odaları, iyi yetiştirilmiş doktorların zehirlediği çocuklar, işini iyi bilen hemşirelerin vurduğu iğnelerle ölen bebekler, lise ve üniversite mezunlarının vurup yaktığı insanlar.
Eğitimden bu nedenle kuşku duyuyorum.
Sizlerden isteğim şudur:
Öğrencilerinizin insan olması için çaba harcayın. Çabalarınız bilgili canavarlar ve becerikli psikopatlar üretmesin. Okuma yazma, matematik, çocuklarınızın daha fazla insan olmasına yardımcı olursa ancak o zaman önem taşır...
***
Bir gün yaşlı bir münzeviye sorarlar;
-Sürekli yalnız olmaktan sıkılmıyor musun?
Münzevi cevap verir;
-Yapacak çok işim var. İki şahin eğitmem gerekiyor ve iki kartal.. İki tavşanı sakinleştirmek ve yılanı eğitmek.. Eşeği motive etmek ve aslanı evcilleştirmek...
-Ama senin etrafında hiç hayvan göremiyoruz, neredeler?
Münzevi cevap verir;
-Onlar, içimizde yaşayan hayvanlar.
İki şahin gördükleri her şeye saldırıyor. İyi, kötü, faydalı, zararlı... Onlara ayırt etmeyi öğretmeliyim. Çünkü onlar benim gözlerim…
İki kartal, dokundukları her şeyi mahvediyor, yaralıyor, parçalıyor... Onlara hizmet etmeyi ve zarar vermeden yardım etmeyi öğretmeliyim.
Çünkü onlar benim ellerim..
Tavşanlar her zaman kaçar, korkar ve saklanır. Onları sakinleştirip zor durumlarla başa çıkmayı öğretmeliyim, belâdan kaçmayı değil.
Çünkü onlar benim ayaklarım…
En zor kısmı yılanı izlemek. Sıkı bir kafeste, güvenli bir şekilde kilitli olsa da her zaman saldırmaya, sokmaya, yakın olan herkesi zehirlemeye hazır... Bu yüzden onu takip edip, disiplinli olmalıyım.
Çünkü bu benim dilim…
Eşek, herkesin bildiği gibi çok inatçı. Sonsuza kadar yorgun ve bazen işini yapmak istemiyor. Bu yüzden şükretmeyi ve akışta olmayı öğretmeliyim. Çünkü bu benim vücudum…
Ve sonunda.. Kral olmak ve herkese emretmek isteyen bir aslanı evcilleştirmek istiyorum. Gururlu, kibirli ve dünyanın kendi etrafında dönmesini isteyen o aslanı terbiye etmeliyim.
"Yirmi altı yaşındaydım. Amerika'ya yeni gitmiştim. Osgood'un araştırma asistanlığını yapıyorum. Aynı odada John ve Gary adında iki asistan daha var. Bir cumartesi günü ofise gittiğimde Halının üstünde emekleyen bir oğlan çocuğu gördüm. Gary oğlunu getirmişti. Herkes kendi işini yapıyordu. Ben de masama oturdum. Çalışmaya başladım.
Odada oldukça alçak meşin bir koltuk vardı. Fark ettiğimde, çocuk ona çıkmaya çalışıyordu. Bir bacağını atıyor tutunuyor ama bir türlü koltuğa çıkamıyordu. Çocuk bunu dört beş kez denedi. Baba bir yandan çalışırken bir yandan göz ucuyla oğlunu takip ediyordu. John ise hiç ilgilenmiyordu. Tamamiyle kendi işiyle meşguldü.
Çocuk yine deneyip çıkamayınca yerimden kalktım. Çocuğun koltuk altlarından tuttum. ''Hoppa!'' dedim ve onu meşin koltuğun üstüne bıraktım. Çocuk hiç beklemiyordu. Önce şaşaladı. Sonra koltuğun üstünde öyle kalakaldı. O zaman bilmiyordum. Ama şimdi biliyorum. Benim anlam çerçevem içinde o küçük çocuk benim yeğenimdi ben de onun amcası. İçinde büyüdüğüm kasabanın anlam çerçevesi o çocukla aramızdaki ilişkiyi öyle tanımlamıştı. Yeğenim koltuğa çıkmaya çalışıyordu ve amcası olarak ona yardım etmek bana düşerdi. Çünkü babası Gary ve amcası John bir şey yapmaya pek niyetli gözükmüyordu!!!
Vazifesini yapmış bir amcanın mutluluğu içinde gülümseyerek Gary'e baktım. ''Neden yaptın?'' diye sordu. Vazifesini yapmış bir amcanın rahatlığı içinde ''Çıkmaya çalışıyordu'' dedim. Gary ''Ben de biliyordum çıkmaya çalıştığını... Sen niye yaptın?'' diye üsteledi. Şaşırdım ve sinirlendim. İçimden bu Amerikalılara iyilik yaramıyor diye düşündüm. Ama merak etmekten de kendimi alamıyorum. Sonra sordu ''Sen ne yaptığının farkında mısın?'' İçimden yine sinirlendim. İstanbul psikolojiyi bitirmiş, iki yıl asistanlık yapmış, aydın bir insandım. Ne yaptığımın farkında olmayacak biri değildim.
''Bak'' dedi. ''Çocuk koltuğa çıkacağına inanıyordu. Belki yarım saat, belki bir saat uğraşacaktı ama eninde sonunda çıkacaktı. Öyle ucundan tutmuyordu. Çıkacağına inanmış biri olarak kedi yavrusu gibi tutunmuştu. Bırakmayacaktı. Deneyecek, deneyecek, en sonunda çıkacaktı. Çıkınca dönüp bana bakacaktı. Ben de ona çıktın diyecektim. Sonra inecekti. Yine uğraşacaktı. Bir saatte çıktığını belki yirmi dakikada çıkacaktı. Bugün bütün gün onunla uğraşacaktı ve belki de beş dakikada çıkar hale gelecekti. Bu onun bugünkü zaferi olacaktı. Sen onun zaferini çaldın!''
Öylece bakakaldım. Bu hayatımda hiç unutmayacağım bir ders olmuştu bana.
Biliyor musunuz iki hafta sonra Gary'e sordum. Neden sadece ''Çıktın!'' diyecektin??? Neden ''Aferin sana oğlum, alkış alkış'' değil??? Verdiği cevabı hiç unutmayacağım; ''Ben zaferine sadece tanık olurum. Onun benden aferin almak için başarı peşinde koşması doğru değil. Kendisi için başarır ama benim bildiğimi, gözlediğimi, tanık olduğumu bilir!!!"
( Doğan Cüceloğlu - Gerçek Özgürlük )
NİYE BEN ?
Efsane Wimbledon tenis oyuncusu Arthur Ashe AIDS'den ölmekteydi. Dünyanın her köşesindeki hayranlarından mektuplar yağmaktaydı... Bunlardan bir tanesi şöyle soruyordu: "Neden Allah böylesine kötü bir hastalık için seni seçti?"
Arthur Ashe buna şu cevabı verdi: "Tüm dünyada… 50 milyon çocuk tenis oynamaya başlar, 5 milyon tenis oynamayı öğrenir, 500, 000 profesyonel tenisi öğrenir, 50, 000 yarışmalara girer, 5, 000 büyük turnuvalara erişir, 50'si Wimbledon'a kadar gelir, 4'ü yarı finale, 2'si finale kalır....
Elimde şampiyonluk kupasını tutarken Allah'a "Neden ben?" diye hiç sormadım. Ve bugün sancı çekerken, Allah'a "Niye ben?" mi demeliyim?...
Mutluluk insanı tatlı yapar... Zorluklar güçlü yapar... Hüzün ise insan yapar... Yenilgi mütevazı yapar... Başarı insanı ışıldatır. Ama yalnız Allah, yolumuza devam etmemizi sağlar.
Allah'a asla "Niye ben?" diye sormayın… Ne olacaksa olacak… O'nun kendine has usulleri vardır…
HAVUÇ YUMURTA KAHVE
Bir baba ile kızı dertleşiyormuş. Kız babasına, çok sıkıntı çektiğinden, sorunlarla baş edemediğinden bahsetmiş.
Babası kızını dinlemiş, kızını mutfağa götürmüş.
– Gel, sana bir şey göstereceğim!
Ünlü bir aşçı olan baba, ocağa üç tane eşit büyüklükte kap koymuş, üçüne de eşit su koymuş ve üçünün de altını aynı miktarda yakmış. Ve birinci kaba bir havuç, diğerine bir adet yumurta, diğerine ise bir avuç çekilmemiş kahve çekirdeği koymuş. Ve her üçünü de tam 20 dakika pişirmiş. Daha sonra ateşi kesmiş. Sonra masaya 2 tane tabak bir tane de boş bardak koymuş. İlk önce haşlanmış havucu alıp bir tabağa koymuş. Sonra pişmiş yumurtayı diğer tabağa koymuş. Sonra da suya iyice sinmiş ve tam kıvamında kahve görüntüsü olan kahveyi de alıp bir bardağa boşalttıktan sonra kızına dönerek,
– Kızım, söyle bakalım ne görüyorsun?
Kızı;
– Havuç, yumurta ve kahve
Kızını masaya iyice yaklaştıran baba bunlara daha yakından bakmasını istemiş. Kızının şaşkınlığını gören baba, anlatmaya devam etmiş:
– Havuç haşlandığı için yumuşak bir hal aldı. Yumurta, artık pişmekten içi katılaşmış sert bir hale geldi. Kahve ise, harika olmuş. Tadı da çok hoş.
Kız, iyice şaşırarak sormuş;
– Baba, bunu bana niçin gösteriyorsun?
Babası;
– Hepsi aynı şekil kapta, aynı sıcaklıkta, aynı dakika pişti. Fakat hepsi bu etkiye farklı tepki verdiler. Havuç ilk başta sertti, güçlü idi; ama kaynatılınca yumuşadı, güçsüzleşti, çözüldü. Yumurta çok kırılgandı, hafifçe dokunsan çatlayabilirdi; ama kaynatılınca içi sertleşti, hatta katılaştı. Bir avuç çekilmemiş kahve ise yine sertti, hepsi birbirine benziyordu. Fakat ısıtılınca ne oldu; bu kahve çekirdekleri, ısındılar, gevşediler ve içinde oldukları suya yayıldılar. Suyu eşsiz bir tat da bir kahveye çevirdiler. Şimdi söyle bakalım kızım sen hangisisin?
Zorluklarla karşılaştığın zaman nasıl tepki gösteriyorsun?
Havuç gibi sıkıntılara, problemlere rast gelince çözülüyor musun, benliğini koruyamıyor musun?
Yumurta gibi katılaşıyor, başta kendin olmak üzere kimseye faydan dokunmuyor mu?
Kahve gibi kendini bitirmek uğruna, kendini ateşe atma pahasına diğer insanlara mutluluk veren, huzur veren, ağızlarına lezzet veren bir sevgi kaynağı mısın?
Hayat akarken hayata bakış açınız sıkıntılara karşı duruşunuzu belirler.
GÖL OLMAK
Hintli Bir usta, çırağının mutsuz bir şekilde devamlı her şeyden şikayet etmesinden usanmıştır. Çırağına bir ders vermek ister ve çırağını tuz almaya gönderir. Çırak, tuz almaya beni niye gönderdi diye şikayet ederek döner. Usta, bir avuç tuzu bir bardak suya atıp karıştırıp, içmesini söyler.
Çırak, tuzlu suyu içer içmez tükürmeye başlar. Usta sorar: – Tadı nasıl? Çırak öfkeyle cevap verir: – Tadı berbat, acı Usta gülümser, çırağını kolundan tutar ve dışarı çıkarır. Az ilerdeki gölün kıyısına götürür ve çırağına bu kez de bir avuç tuzu göle atıp, gölden su içmesini söyler. Suyu içen çırak, ağzının kenarlarından akan suyu koluyla silerken, usta tekrar sorar: – Tadı nasıl? Çırak cevap verir: – Tadı çok güzel, ferahlatıcı – Tuzun tadını aldın mı? diye sorar usta, – Hayır suyun tadından başka tat almadım. diye cevaplar çırağı. Usta, gölün yanına diz çökmüş olan çırağının yanına oturur ve şöyle der: – Yaşamda kederler, sıkıntılar tuz gibidir, ne az, ne de çoktur. Sıkıntın olduğunda yapman gereken tek şey sıkıntı veren sorunla ilgili hislerini genişletmektir. Onun için sorunlarla başa çıkarken sen de bardak gibi değil, göl gibi olmaya çalış.
BALTAYI BİLEMEK HİKAYESİ
Bir ormanda iki ormancı ağaç kesiyormuş. Birinci ormancı sabah erkenden kalkıyor, ağaç kesmeye başlıyormuş, bir ağacı kesip hemen diğerine geçiyormuş. Gün boyunca, dinlenmek için ve öğle yemeği için kendine vakit ayırmıyormuş. Akşamları da ormancı arkadaşından birkaç saat sonra ağaç kesmeyi bırakıp evine daha geç gidiyormuş. ikinci ormancı ise arada bir dinleniyor ve hava kararmaya başladığında evine dönüyormuş. Bir hafta boyunca kim daha fazla ağaç kesecek bakalım demişler, bu yoğunlukta çalıştıktan sonra ne kadar ağaç kestiklerini saymaya başlamışlar.
Sonuç: ikinci ormancı çok daha fazla ağaç kesmiş. En çok ağacı kendinin kestiğini sanan birinci ormancı çok şaşırmış:
– Bu nasıl olabilir? Ben daha çok çalıştım. Senden daha erken ağaç kesmeye başladım, senden daha geç evime döndüm. Ama sen daha fazla ağaç kestin. Bunu nasıl başardın, sırrın nedir?
İkinci ormancı tebessümle yanıt vermiş:
– Bir sırrım yok. Sen durup dinlenmeden çalışırken ben birkaç ağaç kestikten sonra hem dinleniyordum hem de baltamı biliyordum. Keskin baltamla, daha az çabayla, daha çok ağaç kestim.
Kendimize, sevdiklerimize zaman ayırmak, kendimizi eğitmek, bilgi becerilerimizi artırmak, baltamızı bilemektir. Başarıya ulaşmak için tek yol çok çalışmak değil yüksek bilgi, beceri sahibi olup verimli çalışmaktır.
İNŞAAT İŞCİSİ
Ağır işçilerin işleri hakkında ne düşündüklerini incelemek üzere araştırmayı yürüten bir görevli, bir inşaat alanına gönderilir. Görevli, ilk işçiye yaklaşır ve sorar:
– Ne yapıyorsun?
İşçi öfkeyle bağırır.
– Nesin sen, kör mü? Bu parçalanması imkânsız kayaları ilkel aletlerle kırıyor ve patronun emrettiği gibi bir araya yığıyorum. Cehennem sıcağında kan ter içinde kalıyorum. Bu çok ağır bir iş, ölümden beter…
Görevli hızla oradan uzaklaşır ve çekinerek ikinci işçiye yaklaşır. Aynı soruyu sorar:
– Ne yapıyorsun?
İşçi cevap verir:
– Kayaları mimari plana uygun şekilde yerleştirilebilmeleri için, kullanılabilir şekle getirmeye çalışıyorum. Bu ağır ve bazen de monoton bir iş, ama karım ve çocuklarım için para gerekli sonuçta bir işim var. Daha kötü de olabilirdi.
Biraz cesaretlenen görevli üçüncü işçiye doğru ilerler.
– Ya sen ne yapıyorsun?
İşçi kollarını gökyüzüne kaldırarak;
– Görmüyor musun? Bir mabet yapıyorum.
Her üç işçi de aynı işi yapıyor olmalarına rağmen hepsinin yaptığı işe bakış açıları farklıydı. Biri için eziyet olan iş, diğeri için mecburiyet, bir diğeri için ise üretmenin, yapılan işin bir parçası olmanın mutluluğuydu.
ZAMAN YÖNETİMİ
Zaman yönetimi konusunda bir kurs düzenleniyor. Zamanın iyi ve üretken kullanma ile ilgili verilen derste, uzman, öğretmen, çoğu hızlı olmaları gereken ve stresli mesleklerde çalışan öğrencilerine demiş ki: – Sizinle küçük bir deney yapalım.
Masanın üzerine kocaman bir cam kavanoz koymuş. Sonra bir torbadan küçük kaya parçaları çıkarmış, dikkatle kavanozun içine yerleştirmiş.
Kavanozda taş parçaları için yer kalmayınca sormuş: – Kavanoz doldu mu? Sınıftaki öğrenciler: – Evet, doldu. – Dolduğunu düşünüyorsunuz demek ha! Hemen eğilip başka bir torbadan küçük çakıl taşları çıkartmış, kavanozun tepesine dökmüş, kavanozu eline alıp sallamış, küçük parçalar büyük taşların sağına soluna yerleşmişler… Yeniden sormuş öğrencilerine: – Bu sefer kavanoz doldu mu? İşin sanıldığı kadar basit olmadığını sezmiş olan öğrenciler: – Hayır, tam da dolmuş sayılmaz. – Aferin! Masanın altından bu kez de bir torba dolusu kum çıkartmış. Kumu kaya parçaları ve küçük taşların arasındaki bölgeler tümüyle doluncaya kadar dökmüş. Ve sormuş yeniden: – Kavanoz doldu mu? Öğrenciler bağırdı: – Hayır dolmadı! Yine “Aferin” demiş öğretmen. Bir sürahi su çıkarıp kavanozun içine dökmeye başlamış ve sormuş: – Bu gördüğünüz deneyden nasıl bir ders çıkarttınız? Bir öğrenci hemen atılmış: – Şu dersi çıkardık ki günlük iş programımız ne kadar yoğun olursa olsun, her zaman yeni işlere zaman ayırabiliriz. Öğretmen: – Hayır, çıkartılması gereken asıl ders şu; eğer en başta büyük taş parçalarını kavanoza koymazsanız daha sonra asla koyamazsınız. Hayatınızdaki önemli olan büyük taş parçaları hangileri? İlk iş olarak onları kavanoza koyuyor musunuz? Yoksa kavanozu kumlarla ve suyla doldurup büyük parçaları ihmal edip dışarıda mı bırakıyorsunuz?
Hayatın akışında sürüklenirken, hayatınızı en çok önem verdikleriniz ile mi yoksa daha az önemli olanlarla mı dolduruyorsunuz?
STRES YÖNETİMİ
Stres yönetimi konusunda verilen derste öğretmen su dolu bir bardağı kaldırıp öğrencilerine sordu;
– Bu su dolu bardağın ağırlığı ne kadardır?
Öğrenciler, 200 gr ile 400 gr arasında diye cevap verdiler. Öğretmen cevaplar üzerine dedi ki;
– Bardağın ağırlığı önemli değil. Herkes rahatlıkla kaldırabilir. Önemli olan bardağı ne kadar uzun süre elinizde tuttuğunuzdur. Eğer, bir kaç dakika tutarsam, ağırlığı hissetmezsiniz. Fakat bir kaç saat tutarsam, bardak ağır gelmeye başlayacak ve kolumda bir ağrı hissedeceğim. Eğer, çok daha uzun süre tutarsam, kolum dayanılamayacak kadar ağrır ve artık kalkamayacak hale gelir. Aslında bardağın ağırlığı aynıdır ama ne kadar uzun süre tutarsanız, bardak size çok daha ağır gelir.
Öğretmen anlatmaya devam etti:
– Eğer sıkıntılarınız küçük bile olsa devamlı yanınızda taşırsanız, hiç dinlenmezseniz sonunda sıkıntılarınız dayanılamayacak duruma gelir. İşteki sıkıntılarınızı eve taşırsanız, durmadan sıkıntılarınıza yoğunlaşırsanız, hayatınız çekilmez bir hal alır. Yapmanız gereken bardağı yere bırakıp bir süre dinlenmek ve daha sonra kaldığınız yerden devam etmektir.
Mısır ülkesinde İslamiyet’ in ilk dönemlerine ünlü sufi bilge Dhu Nun yaşarmış. Dhu Nun ve diğer bilge sufiler hakkında genç cahil bir adam bilip bilmeden ileri geri konuşuyormuş. Dhu Nun adama küçük bir ders vermek için genç adamı yanına çağırmış. Parmağındaki yüzüğü çıkarıp adama vermiş ve demiş ki;
– Al bu yüzüğü pazara git ve 1 dirheme (gümüş sikke) sat!
Genç adam sufinin dediğini yapmış. Pazara gitmiş yüzüğü 1 akçeye satmaya çalışmış gel gör ki kimse yüzüğe 1 dirhem dahi vermemiş. Genç adam üzgün bir şeklide Dhu Nun’un yanına geri dönmüş ve pazarda olanları anlatmış.
Bunun üzerine Dhu Nun ona şöyle demiş:
– Şimdi bir de kuyumcuya git ve yüzüğün değerinin aslında ne kadar olduğunu sor!
Genç adam kuyumcuya gitmiş. Kuyumcu böyle değerli bir yüzüğü nerden buldun diye sormuş ve yüzüğe tam 10 dinar ( altın sikke) değer biçmiş. Genç adam şaşkınlık içinde Dhu Nun’un yanına geri dönmüş ve kuyumcuda olanları anlatmış.
Dhu Nun genç adama son olarak şu sözleri söylemiş:
– Senin sufiler hakkındaki bilgin pazardaki insanların bu yüzük hakkındaki bilgisi kadardır.
Hayatın akışında bilginiz olmadığı konularda dahi fikir yürütüp gerçek değerini bilmeden önyargılarla insanları yanlış değerlendirebilirsiniz ya da siz ne kadar bilgili de olsanız cehaletin hakim olduğu bir toplulukta size hak ettiğiniz değer verilmeyebilir.
KOZADAKİ KELEBEK HİKAYESİ
Bir gün, adam ormanda gezerken bir kelebeğin kozasından çıkmaya çalıştığını gördü. Kozasındaki küçük delikten çıkmaya çabalayan kelebeği saatlerce izledi.
Sonra adam, kelebeğin kozadan çıkmak için çabalamaktan vazgeçtiğini, gücünün kalmadığını düşündü. Kelebeğe yardım edeyim de kolayca çıksın diye düşündü ve kozadaki deliği daha rahat çıksın diye büyüttü.
Bu sayede kelebek kozasından kolayca çıkabildi. Fakat çıkmaya daha hazır değildi, bedeni hala kuru ve kanatları buruş buruştu. Adam, kelebeğin gücünü toplayıp, kanatlarını açıp, uçacağını düşünüyordu. Ama Kelebek kozasından zamanından önce çıkmıştı. Ne kadar çabalasa da uçamadı ve buruşmuş kanatlarıyla yerde sürünmeye devam etti.
Adam iyi niyetli bir şekilde kelebeğe yardım etmeyi istemişti ama bilmediği nokta; kelebeğin kozadan çıkmak için çabalaması, bedenindeki sıvının kanatlarına gitmesini ve bu sayede doğru zamanda kozasından çıktığında uçabilmesini sağlayacaktı.
Hayat akarken sarf edilen çabalar, uğraşlar bizi hayatımızdaki bir sonraki adıma hazırlar, gerekli güce ulaşılmasını sağlar. Kendi kanatlarınızla uçmak isterseniz emek vermeniz, zorluklarla mücadele etmeniz gerekir.
İNCİ HİKAYESİ
İstiridyenin bir diğer istiridyeye dert yanıyordu:
– Arkadaş, içimde çok büyük bir sıkıntı var. Yoğun bir sancı çekiyorum. Hiç keyfim yok devamlı eza ve cefa içindeyim. İçimdeki kocaman ve ağır bir şey var.
Diğer istiridye arkadaşına kendinden memnun cevap verdi:
– Arkadaş benim öyle bir derdim yok. İçim rahat, boş, hiçbir sancı hissetmiyorum. Rahatça hareket ediyorum. Sıhhat içindeyim.
İstiridyelerin konuşmalarına kulak misafiri olan, oradan geçen bir yengeç, hiçbir sıkıntım yok diyen istiridyeye dedi ki:
– Senin hiçbir sıkıntın yok, rahatım diyorsun. Ancak biliyor musun arkadaşına sıkıntı veren, ona sancı çektiren o kocaman şey, çok değerli ve sınırsız bir güzelliğe sahip bir inci.
Hayatın akışında bazen çekilen acılar, sıkıntılar güzelliklerin doğması için gereklidir. Her anne için ona acılar ve sıkıntılar veren bebeği çok değerli, büyük ve güzel bir inci değil midir?
YABAN KAZLARI
Yaban kazları “V” şeklinde uçarlar. Bilim adamları kazların neden bu şekilde uçtuklarını araştırmışlar. Araştırma sonucunda su verilere ulaşmışlar;
“V” şeklinde uçulduğunda, uçan her kuş kanat çırptığında, arkasındaki kuş için onu kaldıran bir hava akımı sağlıyormuş. Böylece “V” seklinde bir formasyonda uçan kaz grubu, birbirlerinin kanat çırpışları sonucu ortaya çıkan hava akımını kullanarak uçuş menzillerini yüzde yetmiş oranında uzatıyorlarmış. Yani tek başına gidebilecekleri maksimum yolu grup halinde neredeyse ikiye katlıyorlarmış.
Bir kaz, “V” grubundan ayrıldığı anda uçmakta güçlük çekiyor. Çünkü diğer kuşların oluşturduğu hava akımının dışında kalmış oluyor. Bunun sonucunda, genellikle gruba geri dönüyor ve yoluna grupla devam ediyor.
“V” grubunun başında giden kaz hiç bir hava akımından yararlanamıyor. Bu yüzden diğerlerine oranla daha çabuk yoruluyor. Bu durumda yorulunca en arkaya geçiyor ve bu defa hemen arkasındaki kaz lider konumuna geçiyor. Bu değişim sürekli yapılıyor; böylece her kaz grubun her noktasında yer almış ve aynı oranda yorulmuş oluyor.
Uçuş hızı yavaşladığında gerideki kuşlar, daha hızlı gitmek üzere öndekileri bağırarak uyarıyorlar.
Gruptaki bir kus hastalanırsa veya bir avcı tarafından vurulup uçamayacak duruma gelirse; düşen kusa yardım etmek üzere gruptan iki kaz ayrılıyor ve korumak üzere hasta veya yaralı kazın yanına gidiyor. Tekrar uçabilene (veya eğer ölürse, ölümüne kadar) onunla beraber yaralı kuşu asla terk etmiyorlar. Daha sonra kendilerine başka bir kaz grubu buluyorlar.
Hiçbir kaz grubu, kendilerine bu şekilde katılmak isteyen kazları reddetmiyor.
İnsanlar, kazlarının bu düzenini örnek alsaydı;
Belli bir hedefe ulaşmakiçin bir araya geldiklerinde, birbirlerinden destek alarak hedeflerine daha kolay ve çabuk erişirlerdi.
Aynı yöne giderken bilgi alışverişini ve işbirliğini sürekli kılardı.
Görevlerini, yeri ve zamanıgeldiğinde başkasına bırakmak gerektiğini bilirdi.
İlerlemek ve yol almak için başkalarının uyarılarına gereksinim duyardı.
ASLAN VE CEYLAN
Her sabah Afrika’da bir ceylan uyanır. Kafasında tek bir düşünce; en hızlı koşan aslandan daha hızlı koşabilmek, yoksa aslan tarafından yenilecektir. Her sabah Afrika’da bir aslan uyanır. Kafasında tek bir düşünce; en yavaş koşan ceylandan daha hızlı koşabilmek, yoksa açlıktan ölecektir. Aslan da olsanız, ceylan da olsanız, güneş doğduğunda bilmeniz gereken dünden daha hızlı koşuyor olmanız gerektiğidir. Aksi takdirde ertesi gün olmayacaktır. Aslansanız ve en yavaş koşan ceylanı dün yakalamışsanız ve bugün bir ceylan daha yakalamak istiyorsunuz, en yavaş ceylan bugün sizden daha hızlıdır. O halde düne göre bugün hızınızı artırmanız gerekmektedir. Ceylansanız ve henüz aslan sizi yakalamamışsa bugün dünden daha hızlı olmalısınız. Çünkü aslanın hedefinde siz olabilirsiniz.
Hayat koşuşturmasında, devam edebilmenin tek koşulu var. Dünden daha hızlı koşmak.
MOTİVASYON
Ünlü bir iş adamı, bir gün çelik işleyen fabrikalarından birini denetliyordu, fabrikasından yeterince verim alamadığını düşünüyordu, bunun nedenini ustabaşına sordu: – Ustabaşı, sen becerikli birisin neden fabrikadan yeterince verim alamıyoruz? Ustabaşı cevap vermiş: – Patron, bütün işçilere göz açtırmadım, çok çalıştırdım az çalışırlarsa işten atmakla dahi tehdit ettim. Fakat yeterince verim alamadık. İş adamı fabrikadaki işçilerden birine sordu: – Bugün kaç ton çelik işlediniz? – on iki İş adamı fabrikanın görünen bir yerine büyükçe 12 yazdı ve çıkıp gitti. Gece vardiyasının işçileri geldiklerinde 12 rakamı ne anlama geliyor diye sordular. Gündüz vardiyası işçileri de: – Patron bugün bize kaç ton çelik işlediğimizi sordu, 12 ton diye cevap verdik, buraya 12 yazdı ve gitti. Ertesi gün iş adamı tekrar fabrikaya geldi. Yazdığı 12 rakamı silinmiş ve yerine 15 yazılmıştı. Gündüz vardiyası işçileri geldiklerinde 15 yazısını gördüler. Gece vardiyası işçileri daha iyi iş çıkarmıştı. Gece vardiyası işçilerinden daha üstün olduklarını ispat etmek için büyük bir gayretle çalıştılar ve yere 18 yazdılar. Kısa sürede fabrikanın verimi o civardaki bütün fabrikaları geçti.
Nasıl olduğunu iş adamı şöyle açıkladı: “Daha verimli olmak için şirket içinde rekabet hissi uyandırılmalıdır. Amaç çalışanları daha çok çalışmaya sevk etmek yerine birbirlerine üstün gelmeye teşvik etmektir. Üstün gelme hissi, insanların ruhunu coşturur. Hayatta başarıyı yakalayan her insanı mutlu eden; başarılı olduğu, üstün geldiğini düşündüğü işi yapmaktır. Çünkü bu başarı ile kendisini ifade etme imkanı bulur, kendisini değerli ve üstün hisseder. Bu sebepledir ki, bir oturuşta yüz tane hamburger yeme, elli bardak içki içme gibi manasız yarışmalar yapılır. İnsanları motive eden; üstün gelmek, değerini göstermek isteğidir. Bu nedenle insanlar üstün geleceklerini düşündükleri, kendi becerilerini ortaya çıkarabilecekleri işler için teşvik edilmelidir.”
Hayatta en zor ve en ağır işlerde çalışan insanlar hangi duygu sebebiyle bu işlerde çalışmaya devam ediyorlar.
İNSAN KAYNAKLARI HİKAYESİ
Ülkenin birinde, Milletvekilleri bir gün ıssız bir bölgede, büyük ve kendi haline bırakılmış bir hurda yığını deposu fark etmişler. Milletvekillerinden biri demiş ki:
– Buraya göz kulak olacak bir bekçi tutalım buraya sahip çıksın. Birileri gelip buradan bir şeyler almasın.
Böylece birini BEKÇİ olarak işe almışlar. Ertesi gün başka bir milletvekili:
– Bekçiyi almakla doğrusunu yaptık ama bu adama görevinin tam olarak ne olduğunu anlatmadık. Ayrıca işin tanımını yaptıktan sonra adamın eğitime de ihtiyacı var.
Diğer milletvekilleri onu haklı bulmuşlar, böylece bekçinin iş tanımını yapacak bir PLANLAMA DEPARTMANI kurmuşlar, bu departmana iş tanımlarını rapor edecek bir DOKÜMANTASYON UZMANI ile birde bekçinin eğitimi için EĞİTMEN işe almışlar. Birkaç gün sonra başka bir milletvekili sormuş:
– Bekçiyi işe aldık, planlama departmanı kurduk ama bunların performansını denetleyecek birileri lazım.
Böylece çalışanları denetleyecek bir KALİTE KONTROL DEPARTMANI kurmuşlar, bu departmana bir KALİTE KONTROL SORUMLUSU ile çalışanların yaptıklarını rapor edecek 2 tane MÜFETTİŞ almışlar Ertesi gün bir diğer milletvekili demiş ki:
– Bir bekçi ve peşinden bir sürü kişiyi işe aldık ama bunların maaşını neye göre vereceğiz? Bekçiye ne kadar diğer çalışanlara ne kadar maaş verilecek bunun bir düzeni olmalı.
Böylece bir MUHASEBE DEPARTMANI kurmuşlar. Oraya da bir MUHASEBECİ, bir BORDRO MEMURU ve bütün bu insanların çalışmalarını, işe geliş gidiş saatlerini takip edecek bir DENETLEME UZMANI işe almışlar.
Ertesi gün bir diğer milletvekili sormuş:
– Evet bir bekçi işe aldık, diğer departmanları da kurduk, tamam da bunlar kendi başlarına göre mi iş yapacaklar? Bunlara bir müdür lazım gelir. Tabi müdür aldıktan sonra bunun bir de yardımcısı olması lazım.
Diğer milletvekilleri de onaylamış. Böylece bekçi ve departmanlar için bir MÜDÜR, bir MÜDÜR YARDIMCISI ve tabi bir de bunlar için SEKRETER işe almışlar.
Birkaç ay sonra meclis toplantısında bütçe görüşmelerinde tartışma çıkmış:
– ŞU HALE BAKIN, ÇOK FAZLA HARCAMA YAPILMIŞ BÜTÇEMİZİN 20.000$ ÜZERİNE ÇIKMIŞIZ. BÜTÜN GEREKSİZ HARCAMALARI BELİRLEYİP YARINDAN İTİBAREN AZALTMAMIZ LAZIM.
…ve çözüm olarak BEKÇİYİ işten çıkarmışlar!!!
DEĞERİNİZ NE KADAR
İyi bilinen bir konuşmacı, konferansa 50 dolarlık bir banknotu göstererek başladı. 200 kişiyi bulan dinleyicilere, bu parayı kim ister diye sordu ve eller kalkmaya başladı. Ve konuşmacı;
– Bu parayı sizlerden birine vereceğim fakat öncelikle bazı şeyler yapacağım.
Parayı önce buruşturdu ve dinleyicilere sordu;
– Hala bu parayı isteyen var mı?
Eller yine havadaydı. Bu sefer, konuşmacı dedi ki;
– Peki, bu paraya şunları yaparsam?
50 doları yere attı onun üstüne bastı, ezdi, pisletti ve para şimdi pis ve buruşuktu, fakat eller yine havadaydı ve o parayı herkes istiyordu.
Konuşmacı şöyle dedi;
– Arkadaşlarım burada çok önemli bir şey öğrendiniz, burada paraya ne yaptıysam hiç önemli değil onu yine de istiyorsunuz, çünkü benim ona yaptığım şeyler onun değerini düşürmedi, o hala 50 dolar. Hayatımızda çoğu kez verdiğimiz kararlar veya hayat şartları nedeniyle hırpalanır, canımız acıtılır, yerden yere vuruluruz, kendimizi kötü hissederiz, fakat ne olduğu veya ne olacağı önemli değil, hiç bir zaman değerimizi kaybetmeyiz, temiz ya da pis, hırpalanmış ya da kırılmış, bunların hiçbiri önemli değildir. Seni sevenler senin ne kadar değerli olduğunu her zaman bileceklerdir.
YAŞLI MARANGOZUN HİKAYESİ
Yaşlı bir marangoz, eşi ve ailesi ile birlikte daha özgür bir yaşam sürmek için işveren müteahhidine emekliliğini istediğini iletti. Müteahhit iyi marangozunun emekliye ayrılmasına üzüldü. Kendine bir iyilik olarak, son bir ev daha yapmasını rica etti. Marangoz istemeyerek kabul etti ve işe girişti, ne var ki gönlü bir an önce emekli olma niyetindeydi. Bir an önce bitirmek için baştan savma bir işçilik yaptı ve kalitesiz malzeme kullandı. Kendini adamış olduğu mesleğine böyle son vermek ne talihsizlikti!.. İşini bitirdiğinde, müteahhit, evi incelemek için geldi. Dış kapının anahtarını marangoza uzattı.
– Bu ev senin, şimdiye kadar verdiğin emeklerden dolayı benden sana hediye.
Marangoz şaştı kaldı. Keşke yaptığı evin kendi evi olacağını bilseydi! O zaman böyle baştan savma yapar mıydı!
Marangoz siz, yaptığınız evlerde hayatınız. Her gün bir çivi çakar, bir tahta koyar ya da bir duvar dikersiniz. Hayatınızı kendiniz şekillendirirsiniz. Bugün yaptığınız davranış ve seçimler, yarın yaşayacağınız evi kurar.
Hayatın SırrıBir gün yaşlı bilgenin sarayına bir adam gelir. Der ki; bana mutluluğun sırrını söyler misin? Bilge, adama şöyle bir bakar ve içine sıvı yağ konmuş olan bir kaşık verir ve 'bu kaşığı al, sarayımı gez, sonra neler gördüğünü gel bana anlat. Ama sakın ha kaşıktaki yağı dökme' der. 'Peki' der genç adam, içi yağ dolu kaşığı alır ve gezmeye başlar, iki saat sonra tekrar bilgenin yanına gelir. Bilge sorar; 'gezdin mi sarayımı?' Adam gezdim der gibi kafasını sallar. 'Peki, cennet bahçemdeki gülleri gördün mü?' Adam cevaplar 'hayır'. Bilge tekrar sorar; 'Peki yeni doğmuş tayları?' 'Hayır'. 'Mis kokulu çam ağaçlarımı?' 'Hayır'. 'Sarayımın duvarlarında ki çinileri?' 'Hayır'... Bilge ne sorduysa adam hayır diye cevaplamaktadır. Hayır demekten sıkılan adam 'Kaşıktaki yağı dökmemek için hiçbir şeye bakamadım ki' der. Bilge yağ dolu bir kaşık daha verir, 'al bu kaşığı ve tekrar gez ama bu kez evrenimin güzelliğini görmeden gelme'. Bir - iki saat sonra adam tekrar bilgenin yanına gelir. Daha bilge sormadan heyecanlı bir şekilde gördüklerini anlatmaya başlar.
'Çiftlikte koşan taylar ve anneleri ile oynayan oğlaklar bana çocukluğumu hatırlattı. Bahçenizde ne kadar çok gül var, sayamadım doğrusu. Ama en çok kırmızı gülleri beğendim. Küçük göletteki ördek yavruları da çok sevimliydi. Doğrusu insan bunları seyrederek bir ömür geçirebilir. Sarayınız çok büyük, hele fil ayağına benzeyen o ihtişamlı mermer sütunlar. Özellikle de çinilere çok dikkat ettim. Bunları yapan ustalar çok uğraşmış olmalı...' Adam o kadar heyecanlıdır ki içi içine sığmamaktadır. 'Pekâlâ', der bilge eliyle dur işareti yaparak, 'kaşığımı verdiğim gibi geriye getirdin mi?' Adam 'tabi getirdim' der. Kaşığı uzatır bilgeye, bir de ne görsün? Kaşıkta hiç yağ kalmamıştır. 'İşte evlat' der durumu gören bilge. 'Mutluluğun sırrı hayatın bütün güzelliklerini yaşamak onların farkına varmaktır. Ama elinde ki bir kaşık yağı da unutmadan.'
AT ÇİFTLİĞİ HAYALİ
Çiftlikten çiftliğe, yarıştan yarışa koşarak atları terbiye etmeye çalışan gezgin bir at terbiyecisinin genç bir oğlu vardı. Babasının işi nedeniyle çocuğun eğitimi kesintilere uğramıştı. Bir gün öğretmeni, büyüdüğü zaman ne olmak ve yapmak istedikleri konusunda bir kompozisyon yazmasını istedi. Çocuk bütün gece oturup günün birinde at çiftliğine sahip olmayı hedeflediğini anlatan 7 sayfalık bir kompozisyon yazdı. Hayalini en ince ayrıntılarıyla anlattı. Hatta hayalindeki 200 dönümlük çiftliğin krokisini de çizdi. Binaların, ahırların ve koşu yollarının yerlerini gösterdi. Krokiye, 200 dönümlük arazinin üzerine oturacak 1000 metrekarelik evin ayrıntılı planını da ekledi. Ertesi gün hocasına sunduğu 7 sayfalık ödev, tam kalbinin sesiydi.
İki gün sonra ödevi geri aldı. Kağıdın üzerinde kırmızı kalemle yazılmış kocaman bir “0” ve “Dersten sonra beni gör” uyarısı vardı. Çocuk
– Neden “0” aldım?” diye öğretmenine merakla sordu.
Öğretmeni
– Bu senin yaşında bir çocuk için gerçekçi olmayan bir hayal. Paran yok. Gezginci bir aileden geliyorsun. Kaynağınız yok. At çiftliği kurmak büyük para gerektirir. Önce araziyi satın alman lazım. Damızlık hayvanlar da alman gerekiyor. Bunu başarman imkansız. Eğer ödevini gerçekçi hedefler belirledikten sonra yeniden yazarsan, o zaman notunu yeniden gözden geçiririm.
Çocuk evine döndü ve uzun uzun düşündü. Babasına danıştı.
– Oğlum, bu konuda kararını kendin vermelisin. Bu senin hayatın için oldukça önemli bir seçim!
Çocuk bir hafta kadar düşündükten sonra ödevini hiçbir değişiklik yapmadan geri götürdü.
– Siz verdiğiniz notu değiştirmeyin Ben de hayallerimi…
O öğrenci, bugün 200 dönümlük arazi üzerindeki 1000 metrekarelik çiftlik evinde oturuyor. Yıllar önce yazdığı ödev şöminenin üzerinde çerçevelenmiş olarak asılı. Hikayenin en can alıcı yanı şu: Aynı öğretmen, geçen yaz 30 öğrencisini bu çiftliğe kamp kurmaya getirdi. Çiftlikten ayrılırken eski öğrencisine;
– Bak, sana simdi söyleyebilirim. Ben senin öğretmeninken, hayal hırsızıydım. O yıllarda öğrencilerimden pek çok hayal çaldım. Allah’ tan ki, sen, hayalinden vazgeçmeyecek kadar inatçıydın.
AVUCUNUZDAKİ KELEBEK
Akıllı iki kız kardeş varmış, bilgiye açlarmış ve okullarındaki, etraflarından aldıkları bilgi yetersiz olmuş.
Yörelerindeki en büyük bilgeye gitmeye, ondan da bilgi almaya karar vermişler.
Bilge adam kızların sorduğu bütün soruları bilmiş. Kızlar daha fazla bilgi almak için bir süreliğine daha bilgenin yanında kalmışlar.
Ama sonra bilgenin her sordukları soruyu bilmelerinden sıkılmışlar. “Bilgenin dahi bilemeyeceği bir soru bulalım” demiş birisi.
Kızlardan biri, bilgenin bile bilemeyeceği bir soru buldum diye sevinmiş. Avucumun içine bir kelebek alacağım “Avucumun içinde bir kelebek var. Canlı mı, ölü mü?” diye bilgeye soracağım, ölü derse kelebeği serbest bırakacağım. Canlı derse, avucumu hafifçe bastıracağım.
Kızlardan biri avucu kapalı bilgeye uzatmış ve sormuş:
– Avucumun içinde bir kelebek var; bilin bakalım canlı mı, ölü mü?
Bilge, kızın gözlerine uzun uzun bakmış ve cevap vermiş:
– Senin elinde kızım senin elinde…
Hayat akarken; iyi veya kötü, güzel veya çirkin, doğru veya yanlış, mutluluk veya hüzün, senin elinde…
DERVİŞ KAŞIKLARI HİKAYESİ
Dervişe bir gün sormuşlar:
– Sevginin sadece sözünü edenlerle, onu yaşayanlar arasında ne fark vardır?
Size farkı gösteriyim deyip, önce sevgiyi dilden kalbine indirememiş olanları çağırarak onlara bir sofra hazırlamış. Hepsi sofrada yerlerini almışlar. Derken tabaklar içinde sıcak çorbalar gelmiş ve arkasından da derviş kaşıkları denilen bir metre boyunda kaşıklar.
Derviş şöyle bir şart koymuş:
– Bu kaşıkların ucundan tutup öyle yiyeceksiniz.
Peki deyip çorbalarını içmeyi denemişler.
Fakat kaşıklar uzun geldiğinden sıcak çorbayı döküp saçmaktan hem kendilerini yakmışlar hem de ağızlarına bir damla bile götürememişler. En sonunda bakmışlar olacak gibi değil sofradan aç kalkmışlar.
Daha sonra derviş, bu defa sevgiyi gerçekten bilenleri yemeğe çağırmış. Yüzleri aydınlık, gözleri sevgi ile gülümseyen insanlar gelmiş, sofraya oturmuş. Onlara da aynı şartı dile getirmiş.
Her biri uzun kaşığını çorbaya daldırmış, sonra karşısındaki kardeşine uzatarak çorbalarını içmişler Böylece her biri diğerini doyurmuş ve sofradan afiyetle şükrederek kalkmışlar.
Derviş sevgiyi gerçekten yaşayanların farkını soranlara;
– İşte! Kim ki hayat sofrasında yalnız kendini görür ve doymayı düşünürse o aç kalacaktır. Ve kim kardeşini düşünür de doyurursa o da kardeşi tarafından doyurulacaktır. Şüphesiz şunu da unutmayın. Hayat pazarında her zaman alan değil veren kazançlıdır.
İKİ KARDEŞ HİKAYESİ
Bir çiftlikte iki erkek kardeş babalarından kalma çiftlikte birlikte çalışıyorlardı. Kardeşlerden biri evliydi ve beş çocuğu vardı. Diğer kardeş ise bekardı. Her günün sonunda iki erkek kardeş ürünlerini ve kârlarını eşit olarak bölüşürlerdi.
Günün birinde bekar kardeş şöyle düşündü;
– Ürünümüzü ve kârımızı eşit olarak bölüşmemiz hiç de adaletli değil. Ben bekarım ve pek fazla ihtiyacım yok. Kardeşimin geniş bir ailesi var. Onun daha fazla ihtiyacı olur.
O günden sonra bekar olan kardeş her gece evinden çıkıp, bir çuval tahılı gizlice erkek kardeşinin evindeki tahıl deposuna götürmeye itti.
Bu arada evli olan kardeş de kendi kendine;
– Ürünümüzü ve kârımızı eşit olarak bölüşmemiz hiç de doğru değil. Ben evliyim, eşim ve çocuklarım var ve yaşlandığım zaman onlar bana bakabilirler. Fakat kardeşim yaşlandığı zaman ona bakacak hiç kimsesi yok. İlerde onun daha fazla ihtiyacı olacak.
Böylece evli olan kardeş de her gece evinden çıkıp, bir çuval tahılı gizlice erkek kardeşinin tahıl deposuna götürmeye başladı. İki kardeş de yıllarca ne olup bittiğini bir türlü anlayamadılar. Çünkü her ikisinin de deposundaki tahılın miktarı değişmiyordu. Sonra, bir gece iki kardeş gizlice birbirlerinin deposuna tahıl taşırken karşılaştılar. O anda olan biteni anladılar. Çuvallarını yere bırakıp birbirlerini kucakladılar.
Hayatın akışında kardeşlik bencilce sadece kendini düşünmek değil başkalarını da düşünmek ve kardeşçe paylaşmaktır.
BURNUNDAN KIL ALMAMAK
Zengin yaşlı bir adam bir sabah müthiş bir baş ağrısıyla uyanır, İlaç alır, geçmez. Bir iki gün bekler, ağrı devam eder. Doktor çağrılır. Doktor muayene eder, ağrının sebebini anlayamaz sadece ağrı kesiciler verip, gider. Fakat adamın baş ağrısı geçeceğine daha da artarak sürer. Baş ağrısının yanında gözleri de yaşarmaya baslar. Başka doktorlar çağrılır. Adam ağrıyı kesene servet vaat eder. Ama doktorların hiçbiri ağrıyı kesemediği gibi sebebini de bulamaz.
Baş ağrısından geceleri de uyuyamayan adam iyice kötüleşmiştir. Baş ağrısı ve devamlı gözyaşları hayatı çekilmez kılmıştır. Tedavi için yurtdışına da giderler, hastanede uzun bir süre kalır, çeşitli testler yaparlar bir türlü doktorlar teşhis koyamaz.
Memleketine evine dönmesini orda dinlenmesini daha doğrusu son günlerini evinde geçirmesi tavsiye edilir. Zengin adam ne yapalım kaderimiz böyleymiş deyip çaresiz evine döner.
Bir gün, yaşlı adam kendini iyi hissetsin diye eski berberi çağrılır. Berber yataktan kalkamayan yaşlı adamı tıraş ederken, adamcağız derdini anlatır ve ölümü beklediğini söyler. Berber bir an düşünür ve der ki;
– Sakın sizin burnunuzda kıl dönmüş olmasın.
Adamın burnunu kontrol eder;
– Hah işte! Kıl dönmüş. Sorun değil ben hallederim.
Deyip yaşlı adamın şaşkın bakışlarına aldırmaksızın çantasından cımbızı kaptığı gibi kılı çeker. Ev halkı yaşlı adamın müthiş çığlığıyla odaya koşar. Berber canı çok yanmış olan yaşlı adamın elinden zor alınır ve cımbızın ucunda tuttuğu yirmi santimlik kılla evden kovulur.
Adamın burnu kanlar içindedir. Pansumanlar yapılır, adam yatıştırılıp tekrar yatağına yatırılır. Ertesi sabah yaşlı adam aylardır ilk defa rahat bir uykudan uyanır. Gözlerinin yaşarması geçmiştir. Baş ağrısından ise eser kalmamıştır. Dönen kılın sinire değip gittikçe uzayarak dayanılmaz ıstıraplara yol açtığını doktorlar ancak o zaman keşfeder. Çözümün bu kadar basit olabileceği kimsenin aklına gelmemiştir. Sapasağlam ayağa kalkan yaşlı adam, vaadini yerine getir. Berberi çağırtır ve ona bir servet bağışlar…
Burnundan kıl aldırmayanların başı çok ağrır…
Hayat akarken bazen büyük sorunların çok basit çözümleri olabilir. Bu çözümlere ulaşmak için herkesi dinlemeyi bilmek, herkesin fikirlerine açık olmak gerekir.
VAZODAKİ ELMA HİKAYESİ
Konfüçyüs, öğrencilerine ders veriyordu. Sınıfa elinde dar uzun bir vazo ile geldi. Tüm öğrencilerin görebileceği şekilde vazoyu havada tuttu. Diğer elinde de bir elma vardı. Elmayı vazonun içinde koyduktan sonra, vazoyu yere bıraktı ve şöyle dedi;
Öğrencilerden biri atıldı ve elini vazonun dar ağzından içeri soktu.
Elmayı yakaladı, çıkarmaya çalıştıkça elma elinden kaydı. Bir de elini vazoya sıkıştırdı, bağırmaya başladı:
– Elimi çıkaramıyorum!
Konfüçyüs;
– Elmayı sıkı sıkı tutmaktan vazgeçmezsen, elini çıkaramazsın.
Öğrenci biraz daha uğraştı, elmayı elinden bırakmak istemiyordu; ama sonunda mecburen bıraktı. Elini vazodan çıkardı. Konfiçyus’a sordu:
– Elmayı vazodan çıkarmanın bir yolu var mı?
Konfüçyüs, nasıl olacağını göstereyim dedi ve vazoyu ters çevirdi. Elma kendiliğinden vazonun içinden yuvarlanıp çıktı. Öğrenciler çözümün bu kadar basit olması nedeniyle gülmeye başladı.
– Göründüğü gibi basit değil, bazen bırakabilmek daha zordur. Eğer bir şeyi zorla tuttuğunuzda, ulaşmak istediğiniz şeyi engellediğini görüyorsanız, o zaman onu özgür bırakmalısınız.
Hayatın akışında bazen ulaşmak istediklerinize onları yakalamaya çalışarak değil, onların size gelmelerine izin vererek ulaşabilirsiniz. Bazen en doğrusu olayları kendi akışına bırakıp müdahale etmemektir. Sorunlara bakış açınızı değiştirdiğinizde farklı çözümler bulabilirsiniz.
SEYYAH HİKAYESİ
Seyyahın yolu uzak bir diyarda şirin bir köye düşer. Köylülere, tanrı misafirini ağırlayacak biri var mı diye sorar.
Köylüler, seyyaha, ancak çiftlik sahibi Süleyman diye birinin yardımcı olacağını ve oraya gitmesini söylerler.
Seyyah yoldayken birkaç köylüyle daha sohbet eder. Köylülerden Süleyman’ın, o yörenin en zenginlerinden biri olduğunu birde Hasan isimli bir başka çiftlik sahibi olduğunu öğrenir.
Seyyah, Süleyman’ın çiftliğine ulaşır. Köylülerin dedikleri gibi Süleyman misafirini çok iyi karşılar. Seyyah çiftlikte yer, içer ve dinlenir. Süleyman’a ve ailesine kendisini çok iyi ağırladıkları için teşekkür eder ve tekrar yola çıkmadan önce der ki:
– Böyle nimetlerle ödüllendirildiğin ve zengin olduğun için hep şükretmelisin.
Süleyman de seyyaha der ki:
– Zenginlik dediğin nedir ki, hiçbir şey olduğu gibi kalmaz. Bazen gerçek, görünen değildir. Bu da geçer…
Seyyah, Süleyman’ın yanıtını uzun uzun düşünür… Aradan birkaç yıl geçtikten sonra, seyyahın yolu yine aynı köye düşer. Süleyman’ı ziyaret ederim, beni yine güzelce ağırlar diye düşünür. Köylülerle konuşurken Süleyman’ın fakirleştiğini Hasan’ın yanında çalışmaya başladığını öğrenir.
Seyyah, Süleyman’ı merak eder ve Hasan’ın çiftliğine gider. Süleyman’ı eski püskü elbiseli, birazda yaşlanmış halde bulur. Nasıl oldu da hizmetkar olduğunu sorar. Süleyman çiftliğinin bir sel felaketinde yıkıldığını, tüm hayvanlarının telef olduğunu, topraklarının da işlenemez hale geldiğini, tek çare olarak selden hiç zarar görmemiş ve biraz daha zenginleşmiş olan Hasanın yanında çalışmak zorunda kaldığını anlatır. Seyyah, Süleyman’ in haline üzülür.
Süleyman, yine de seyyahı bir yere bırakmaz, son derece mütevazi olan evinde misafir eder. Kıt kanaat yemeğini onunla paylaşır.
Seyyah, vedalaşırken, Süleyman’a olup bitenlerden ne kadar çok üzgün olduğunu söyler ve Süleyman’dan su yanıtı alır:
– Üzülme… Unutma, bu da geçer…
Uzun yıllar geçtikten sonra, seyyahın yolu yine aynı bölgeye düşer. Eski dostuna ziyarete gider. Bir süre önce ölen Hasan, ailesi olmadığından, bütün varını yoğunu, en sadık hizmetkarı ve eski dostu Süleyman’a bırakmıştır. Süleyman, Hasan’ın konağında oturmaktadır. Büyük arazileri ve binlerce sığırı ile yine o yörenin en zengin insanı olmuştur. Seyyah, eski dostunu iyi gördüğü için ne kadar çok sevindiğini dile getirdiğinde yine aynı yanıtı alır:
– Bu da geçer…
Birkaç yıl sonra Seyyah yine Süleyman’ı arar. Ona bir tepe gösterirler. Tepede Süleyman’ın mezarı vardır ve mezar taşında şöyle yazmaktadır:
“Bu da geçer…“
Seyyah, üzgün bir şekilde, “Allah Allah, ölümün nesi geçecek?” diye düşünür ve gider.
Ertesi yıl, Seyyah, Süleyman’ın mezarını ziyaret etmek için geri döner ama ortalıklarda mezar falan kalmamıştır. Büyük bir sel gelmiş, bütün tepeyi silmiş süpürmüş ve Süleyman’ın mezarından geriye hiç eser kalmamıştır.
O yıllarda, ülkenin sultanı, kendisi için çok değişik bir yüzük yapılmasını ister. Bu öyle bir yüzük olacaktır ki, sultan mutsuz olduğunda umudunu tazeleyecek, mutlu olduğunda da, mutluluğun rehavetine kendini kaptırmasını önleyecektir.
Hiç kimse, sultanın istediği gibi bir yüzük yapamaz. Sultanın kuyumcusu seyyahın eski bir dostudur, ondan yardım ister. Seyyah, nasıl bir yüzük yapacağını dostuna söyler.
Kuyumcu yüzüğü hazırlar ve yüzük sultana sunulur. Son derece sade bir yüzüktür bu, Sultan yüzüğü inceler ve gözü üzerindeki yazıya takılır. Üzerinde biraz düşünür ve yüzü aydınlanır. Tam da istediği gibi bir yüzük olduğu için mutlu olur.
Yüzüğün üzerinde ne mi yazıyor?
“Bu da geçer…”
Hayatın akışında iyisi ile kötüsüyle bu da geçer.
GÜL YAPRAĞI OLMAK
Uzakdoğu’da bir budist tapınağı, bilgeliğin gizlerini aramak için gelenleri kabul ediyordu. Burada geçerli olan incelik; anlatmak istediklerini konuşmadan açıklayabilmekti.
Bir gün tapınağın kapısına bir yabancı geldi. Yabancı kapıda öylece durdu ve bekledi. Burada sezgisel buluşmaya inanılıyordu, o yüzden kapıda herhangi bir tokmak, çan veya zil yoktu.
Bir süre sonra kapı açıldı, içerdeki budist rahip, kapıda duran yabancıya baktı. Bir selamlaşmadan sonra sözsüz konuşmaları başladı. Gelen yabancı, tapınağa girmek ve burada kalmak istiyordu.
Budist rahip bir süre kayboldu, sonra elinde ağzına kadar suyla dolu bir kapla döndü ve bu kabı yabancıya uzattı. Bu, yeni bir arayıcıyı kabul edemeyecek kadar doluyuz demekti.
Yabancı tapınağın bahçesine döndü, aldığı bir gül yaprağını kabın içindeki suyun üstüne bıraktı. Gül yaprağı suyun üstünde yüzüyordu ve su taşmamıştı.
İçerideki budist rahip saygıyla eğildi ve kapıyı açarak yabancıyı içeriye aldı. Suyu taşırmayan bir gül yaprağına her zaman yer vardı.
Hayat akarken bilgeliğe aç insanlara her zaman yer vardır.
KONFÜÇYÜS YÖNETİM DERSİ
Konfüçyüs bir süre için şehrin yönetiminde görev alır ve yedi gün sadece şehirde olanları izler. Yedinci gün şehirdeki en yüksek memur Shao-Cheng’i idam ettirir.
Bu davranış üzerine öğrencileri çok şaşırırlar, yanına giderler ve sorarlar:
– Shao-Cheng bu şehirde hatırlı ve kuvvetli bir adamdı. Şehrin yönetiminin de yetki aldıktan sonra ilk işiniz onu idam ettirmek oldu. Bildiğimiz kadarıyla bu adam haydutluk, hırsızlık yapmamıştı. Bunu neden yaptınız?
Konfüçyüs, öğrencilerine neden yaptığını anlattı;
– Dünyada beş ağır suç vardır. Haydutluk ve hırsızlık bunlardan sonra gelirler. Bu beş suç şunlardır:
1. İyi eğitimli ve bilgili olmasını gizlice kendi fırsatları için kullanan.
2. Aşırıya kaçan bir hayat tarzı ile inatçılık
3. Doğruyu söylemese de insanları yanıltabilen
4. Sadece olumsuz olaylar ve her şeyin hep kötü yanları hakkında konuşan
5. Yanlış olduğunu bildiği şeyleri sanki doğruymuş gibi gösteren ve destekleyen
Shao-Cheng’de bunların hepsi vardı. Nereye gitse taraftar topluyor, isyanlar yaratabiliyordu. Aldatıcı fikirlerini parlak konuşmaların arkasına gizleyebiliyordu. Doğruyu ve yanlışı karıştırıyordu. Ben de şehir halkı için üzülmek yerine bu adamdan kurtulmayı tercih ettim.
EMEĞE DEĞER VERMEK
Hindistan’da renklerin ustası anlamına gelen Ranga Guru adı verilen çok ünlü bir ressam varmış. Onun yetiştirdiği bir ressam olan Raciçi ise artık eğitimini tamamlamış, son resmini yaparak Ranga Guru’ya götürmüş ve ondan resmini değerlendirmesini istemiş. Rangu Guru ise; – Sen artık ressam sayılırsın Racaçi ve artık senin resmini halk değerlendirecek diyerek resmi şehrin en kalabalık meydanına götürmesini ve en görünen yerine koymasını istemiş. Yanına da kırmızı bir kalem koyarak, halktan beğenmedikleri yerlere çarpı atmalarını rica eden bir yazı bırakmasını istemiş. Raciçi denileni yapmış. Birkaç gün sonra resme bakmaya gittiğinde tüm resim kırmızı çarpılar içinde ve neredeyse görünmüyor. Emeğini ve yüreğini koyarak yaptığı tablo kırmızıdan bir duvar sanki. Üzgün bir şekilde resmi Ranga Guru’ya götürmüş ve ne kadar üzgün olduğunu belirtmiş. Ranga Guru üzülmemesini ve yeniden resme devam etmesini önermiş. Raçici, yeniden resmini yapmış ve Rangu Guru’ya götürmüş. Rangu Guru tekrar resmi aynı meydana ama bu sefer yanına bir palet dolusu çeşitli renklerde yağlı boya ve birkaç fırça ile birlikte bırakmasını istemiş. Resmin yanına da insanlardan beğenmedikleri yerleri düzeltmesini rica eden bir yazı bırakmasını söylemiş. Raciçi resmi meydana götürmüş. Birkaç gün sonra resmi görmeye gittiğinde meydanda resmine hiç dokunulmamış, fırçalar da boyalar da kullanılmamış. Çok sevinmiş ve koşarak Ranga Guru’ya gitmiş ve resme dokunulmadığını söylemiş. Ranga Guru ise öğrencisine demiş ki; – Sevgili Raciçi, sen ilk seferinde, insanlara fırsat verildiğinde ne kadar acımasız eleştiri yapabileceğini gördün. Hayatında resim yapmamış insanlar dahi gelip senin resmini karaladı. Oysa ikinci seferde, onlardan hatalarını düzeltmelerini istedin, yapıcı olmalarını istedin. Yapıcı olmak, eğitim gerektirir. Hiç kimse bilmediği bir konuyu düzeltmeye kalkmadı. Sevgili Raciçi, mesleğinde usta olman yetmez, bilge de olmalısın. Emeğinin karşılığını ne yaptığından haberi olmayan insanlardan alamazsın. Onlara göre senin emeğinin hiçbir değeri yoktur. Sakın emeğini bilmeyenlere sunma ve asla bilmeyenlerle tartışma.
LAO TZU DAN ÖYKÜ
Taoizmin kurucusu, Çinli filozof, yaşlı filozof olarak da bilinen Lao Tzu dan bir öykü: Efendim köyde yaşlı, çok fakir bir adam varmış. Ama kral bile onu kıskanırmış. Çünkü dillere destan bir beyaz atı varmış. Kral at için ihtiyara nerdeyse hazinesinin tamamını teklif etmiş ama adam satmaya yanaşmamış. İhtiyar demiş ki: – Bu at, sadece bir at değil bir dost benim için. İnsan dostunu satar mı? Dermiş. Bir sabah bakmışlar ki, at yok. Köylü ihtiyarın başına toplanmış: – Seni ihtiyar bunak, bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi. Krala satsaydın, ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın. Şimdi ne paran var, ne de atın. İhtiyar demiş ki: – Karar vermek için acele etmeyin, sadece ‘At kayıp’ deyin. Çünkü gerçek olan sadece bu, ondan ötesi sizin yorumunuz ve verdiğiniz karar. Atımın kaybolması, bir talihsizlik mi. yoksa bir şans mı, bunu henüz bilmiyoruz. Çünkü bu olay henüz bir başlangıç, arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez. Köylüler ihtiyar bunağa kahkahalarla gülmüşler. Ama aradan 15 gün geçmeden, at bir gece ansızın dönmüş. Meğer çalınmamış, kendi kendine dağlara gitmiş. Dönerken de, vadideki 12 vahşi atı peşine takıp getirmiş Köylüler, ihtiyar adamın etrafına toplanıp özür dilemişler. – İhtiyar, sen haklı çıktın. Atının kaybolması bir talihsizlik değil adeta bir devlet kuşu oldu senin için, şimdi bir at sürün oldu. İhtiyar demiş ki: – Karar vermek için gene acele ediyorsunuz. Sadece atın geri döndüğünü söyleyin. Bilinen gerçek sadece bu, ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz. Bu daha başlangıç, birinci cümlenin birinci kelimesini okur okumaz kitap hakkında fikir yürütebilirsiniz? Köylüler bu defa ihtiyarla dalga geçmemiş açıktan ama içlerinden bu herif sahiden gerzek diye geçirmişler. Bir hafta geçmeden, vahşi atları terbiye etmeye çalışan ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış. Evin geçimini temin eden oğul şimdi uzun zaman yatakta kalacakmış. Köylüler gene gelmişler ihtiyara demişler ki: – Bir kez daha haklı çıktın. Bu atlar yüzünden tek oğlun bacağını uzun süre kullanamayacak. Oysa sana bakacak başkası da yok. Şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın demişler. İhtiyar cevap vermiş: – Siz erken karar verme hastalığına tutulmuşsunuz. O kadar acele etmeyin. Oğlum bacağını kırdı. Gerçek bu… Ötesi sizin verdiğiniz karar… Ama acaba ne kadar doğru… Hayat böyle küçük parçalar halinde gelir neler olacağı size asla bildirilmez… Birkaç hafta sonra, düşmanlar çok büyük bir ordu ile saldırmış. Kral son bir ümitle eli silah tutan bütün gençleri askere çağırmış. Köye gelen görevliler ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleri askere almışlar. Köyü matem sarmış. Çünkü savaşın kazanılmasına imkan yokmuş, giden gençlerin ya öleceğini ya esir düşüp köle diye satılacağını herkes biliyormuş. Köylüler, gene ihtiyara gelmişler: – Gene haklı olduğun kanıtlandı. Oğlunun bacağı kırık, ama hiç değilse yanında. Oysa bizimkiler belki asla köye dönemeyecekler. Oğlunun bacağının kırılması, talihsizlik değil, şansmış meğer… İhtiyar: – Siz erken karar vermeye devam edin. Oysa ne olacağını kimseler bilemez. Bilinen bir tek gerçek var. Benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde. Ama bunların hangisinin talih, hangisinin şanssızlık olduğunu sadece Tanrı biliyor. Lao Tzu, etrafına anlattığında öyküsünü şu nasihatle tamamlarmış: “Acele karar vermeyin. O zaman sizin de herkesten farkınız kalmaz. Hayatın küçük bir parçasına bakıp tamamı hakkında karar vermekten kaçının. Karar aklın durması halidir. Karar verdiniz mi, akıl düşünmeyi, dolayısı ile gelişmeyi durdurur. Buna rağmen akıl insanı daima karara zorlar. Çünkü gelişme halinde olmak tehlikelidir ve insanı huzursuz yapar. Oysa gezi asla sona ermez. Bir yol biterken yenisi başlar. Bir kapı kapanırken, başkası açılır. Bir hedefe ulaşırsınız ve daha yüksek bir hedefin hemen oracıkta olduğunu görürsünüz. Karar vermek bilgelik gerektirir, unutmayın…”
İŞ BAŞVURUSU HİKAYESİ
İş başvurusu esnasında firma yöneticisi, işe başvuranlara bir soru sormuş, soruya en uygun cevabı veren kişiyi işe alacakmış. Bu sorunun doğru veya yanlış cevabı yok, sadece soruya nasıl cevap verildiği önemli. Durum şu: Karanlık yağmurlu, fırtınalı bir gece ve siz sabaha karsı yalnız ve ıssız bir yolda araba kullanıyorsunuz. Arabanız spor araba ve iki kişilik. Biraz ilerde ki otobüs durağında 3 kişi bekliyor. Birinci kişi bir doktor, sizi daha önce geçirdiğiniz kalp krizinden kurtarmış. İkinci kişi, çok yaşlı ve hasta fırtınalı havada neredeyse soğuktan ölmek üzere olan birisi. Üçüncü kişi, hayatınızın aşkı, her zaman için tanışmaya can attığınız birisi. Hava gittikçe kötüleşiyor ve arabanızda sadece bir kişiye yer var Soru şu; Böyle bir durumda ne yapardınız? İşe başvuranların cevapları söyle olmuş: A. Hasta yaşlı adamı alır, en yakın hastaneye götürürdüm. B. Doktora hayatımı borçluyum onu alırdım. C. Hayatımın devamında mutlu olmak için, her zaman tanışmak istediğim hayatımın aşkını alırdım. Bu görüşmede cevapların %90 ı manen düşünüp, yaşlı hasta adamı alırdım olmuş, ama sadece bir kişinin cevabını daha çok beğenmişler ve işe almışlar. O kişi de şöyle cevaplamış: Arabadan iner arabamın anahtarını doktora veririm, doktor yaşlı kişiye yardım edip onu hastaneye götürebilir, bende hayatımın aşkıyla otobüs durağında baş basa onu tanıma fırsatı elde edebilirim. Bazen olaylar karşısında, düşüncelerimiz dar görüşlü olup genelde tek yönlü düşünürüz. Daha iyi bir çözüm her zaman vardır. Onu bulmak size kalıyor.
UÇAK KAZASI HİKAYESİ
Bir uçak kaza sonrası ormana düşer. Bir Amerikalı ile bir Japon kazadan sağ kurtulur. Orman da yaşam mücadelesi verirken, vahşi bir kaplanın kendilerini fark ettiği ve onlara doğru geldiğini gören Japon hemen ayakkabılarının bağcıklarını bağlamaya çalışır. Amerikalı da Kaplanın onlara yöneldiğini fark eder ve Japon’ a alaylı bir ifadeyle:
– Kaplandan daha hızlı koşarak kurtulacağını mı sanıyorsun? Japon’ un Amerikalıya cevabı ise şöyle olur: – Kaplandan değil senden hızlı koşmam yeterli.
Hayat mücadelesinde, hayatta kalmak için rekabet de bir adım önde olmak gerekir.
DENİZ FENERİ HİKAYESİ
Eğitim filosuna bağlı bir savaş gemisi, fırtınalı bir havada, gece karanlığında yol alıyordu. Yer yer sis de vardı ve görüş alanı dardı. Bu nedenle geminin komutanı da köprüdeydi, bütün faaliyetleri denetliyordu. Köprünün iskele tarafındaki gözetleme yerinde nöbetçi haber verdi; – Işık! Sancak tarafında. Komutan seslendi: – Dümdüz bize doğru mu ilerliyor, yoksa kıça doğru mu gidiyor? Nöbetçi cevap verdi: – Dümdüz bize doğru ilerliyor Komutanım. Bu, tehlikeli bir çarpışma rotası üzerinde olduğumuz anlamına geliyordu. Komutan nöbetçiye emir verdi; – Gemiye mesaj gönder: Çarpışma rotasındayız. Rotanızı 20 derece değiştirmenizi öneriyoruz. Karşıdan şu sinyal geldi: ” Sizin rotanızı 20 derece değiştirmeniz önerilir.” Komutan: – Mesaj gönder. Ben komutanım. Rotayı 20 derece değiştirin. Karşıdaki “Ben deniz onbaşıyım, sizin rotanızı 20 derece değiştirmeniz daha iyi olur.” diye yanıtladı. Komutan iyice öfkelenmişti. Hırsla emretti: – Mesaj gönder! Ben bir savaş gemisiyim. Rotanızı 20 derece değiştirin. Karşıdaki ışıklarla işaret verdi. “Ben bir deniz feneriyim.” Savaş gemisi rotasını değiştirdi.
Deniz fenerine dümdüz ilerleyen savaş gemisinin komutanı gibi bazen hayatta ön yargılarımız, kibrimiz, sisler gibi dar görüş açımız doğru kararlar almamızı engeller. Sonuna kadar deniz fenerine ilerleyen savaş gemisi gibi kafanızın dikine gitmek dönüşü olmayan sonuçlara yol açabilir. Geç olmadan bazen doğru olan hayatta da rotayı değiştirmektir.
KURBAĞA YARIŞI HİKAYESİ
Bir gün kurbağalar arasında yarışma yapılacakmış. Yarışın amacı, çok yüksek bir kulenin tepesine çıkmakmış. Bir sürü kurbağa yarışı seyretmek için toplanmışlar ve yarışma başlamış. Kule o kadar yüksekmiş ki seyircilerin hiçbiri yarışmacıların başarabileceğine inanmıyormuş. Destek vermek yerine başlamışlar bağırmaya: – Zavallılar! Hiçbiriniz başaramayacaksınız! Yarışmaya başlayan kurbağalar ümitsizliğe kapılıp, kulenin tepesine ulaşamayacaklarını düşünüp, teker teker yarışı bırakmaya başlamışlar içlerinden sadece bir tanesi inatla ve yılmadan kuleye tırmanmaya devam etmiş. Seyirciler bağırıyorlarmış: – Zavallılar! Hiçbiriniz başaramayacaksınız! Sonunda, geriye kalan son bir kurbağa yarışı bırakmamış ve büyük bir gayret ile kulenin tepesine çıkmayı başarmış. Seyirciler ve diğer yarışmacılar hayret içinde bu işi nasıl başardığını öğrenmek istemişler. Bir kurbağa ona yaklaşmış ve sormuş: – Bu işi nasıl başardın. Kuleye çıkan kurbağa cevap vermemiş, O an farkına varmışlar kurbağa sağırmış! Kurbağa olumsuz tüm haykırışları duymayıp ümitsizliğe düşmemiş ve yalnızca kulenin en tepesine çıkmayı düşündüğü için sonunda başarmış.
KUMA YAZMAK HİKAYESİ
İki arkadaş çölde yürüyorlarmış. Yolculuğun bir anında aralarında bir münakaşa olur ve biri sinirlenerek diğerine tokat atar. Tokadı yiyenin canı acımış ama bir şey söylemeden kuma şöyle yazmış: “BUGÜN EN İYİ ARKADAŞIM BANA TOKAT ATTI“ Birlikte yürümeye devam ederler sonunda bir vahaya gelirler ve suya girmeye karar verirler. Tokadı yiyen adam bataklığa bir anda saplanır ve boğulmaya başlar ki arkadaşı hemen kurtarır. Boğulmaktan kurtulduktan sonra bir taşa şöyle yazar: “BUGÜN EN İYİ ARKADAŞIM HAYATIMI KURTARDI“. Tokadı atan ve hayat kurtaran sorar: – Tokat attığımda kuma yazdın şimdi neden taşa yazdın? Diğeri cevaplar: – Birisi canımızı yaktığında kuma yazmalıyız ki bağışlama rüzgarı silebilsin ama biri bizim için iyi bir şey yaparsa taşa kazımalıyız ki hiçbir rüzgar silemesin. “ARKADAŞINIZIN SİZE VERDİĞİ ACILARI KUMA VE YAPTIĞI İYİLİKLERİ TAŞA YAZMAK DOSTLUKLARI KALICI YAPAR .”
KİMSEYE ANLATMA HİKAYESİ
Çölde devesiyle birlikte yürümekte olan bir çöl insanı güçlükle hareket eden, susuzluktan ölmek üzere olan bir adama rastlamış. Adam Allah rızası için su istemiş. Devesinden inip bir çare adama suyundan vermiş. Suyu içen adam birden çöl insanını ittiği gibi deveye atlayıp kaçmaya başlamış. Çöl insanı arkasından bağırmış: – Tamam deveyi çalıyorsun ama senden bir ricam var. Sakın bu olandan kimseye bahsetme. Bu isteği anlamsız bulan hırsız şaşırmış ve neden diye sormuş… – Eğer bu yaptığını anlatırsan, bu dilden dile yayılır ve insanlar bir daha çölde yardıma muhtaç birini görünce yardım etmezler. Hayat akarken yaptığınız iyiliklere, kötülükle bile cevap verseler, yardıma ihtiyaç duyacak bir sonraki için yardımseverliğe devam etmek gerekir. İyilik gibi kötülükde bulaşıcıdır.
DENİZ YILDIZI HİKAYESİ
Adamın biri sabaha karşı okyanus sahilinde, güneşin doğuşunun keyfini çıkarmak için sahile inmiş. Uzakta sahilde birini görür. Biraz yaklaştığında sahile vuran deniz yıldızlarını okyanusa atan bir çocuğun olduğunu fark eder. Çocuğa yaklaşarak sorar:
-Deniz yıldızlarını neden okyanusa atıyorsun?
Çocuk der ki:
– Güneş yükseldi mi, sular çekiliyor. Onları suya atmazsam susuzluktan ölecekler.
Adam devam eder:
– Sahil kilometrelerce uzanıyor ve binlerce deniz yıldızı var, hangi birini atacaksın. Ne fark edecek ki?
Çocuk, adamı dinledikten sonra bir deniz yıldınızı daha okyanusa atar ve cevap verir:
– Bu deniz yıldızı için fark etti.
Adam, çocuğun yalnızca okyanus manzarasının keyfini çıkarmaya gelmeyip bir fark yaratmak istediğini anlar ve ona katılarak bütün sabahı okyanusa deniz yıldızı atarak geçirir.
Siz başkalarının hayatında bir fark yaratmak için ne yapıyorsunuz.
KUYUDAKİ EŞEK HİKAYESİ
Günün birinde, köyün birinde, adamın eşeği, kör bir kuyuya düşmüş. Nasıl düştüğüne gelince; belki kuyunun ağzı tahtayla kapatılmıştı belki, üzerinde de toprak vardı, zamanla tahta çürüdü, toprakta yeşeren otları yemek isteyen eşek düştü kuyunun içine.
Hayvancık saatlerce acı içinde bağırdı. Sesini duyan sahibi gelip baktı ki vaziyet iyi değil. Zavallı eşeği kuyunun dibinde acılar içinde mahzun bakınıyor. Üstelik ayağını da incitmiş. Eşeğini kurtarmak için adamcağız köylülerden yardım istedi.
Baktılar ki eşek kurtarılabilecek gibi değil, uğraşmaya değmez dediler.
Kuyuyu toprakla örtelim eşek daha fazla acı çekmesin dediler. Küreklerle etraftan kuyunun içine toprak atmaya başladılar. Zavallı hayvan, üzerine gelen toprakları, her seferinde silkinerek dibe ayaklarının altına aldı. Köylüler eşeği gömdüklerini sanıyorken attıkları toprak sayesinde eşek her an biraz daha yükseldi ve sonunda kuyunun yukarısına çıkmış oldu. Köylüler şaştı kaldılar.
Hayat bazen zorluklarıyla üzerinize üzerine gelir de ne yapacağınızı bilemezseniz. Kör kuyuya bile düşseniz, üzerinize toprak ta atsalar bütün engellere rağmen bir çıkış yolu bulabilirsiniz. Hayatınızın kararması yerine aydınlığa tekrar kavuşabilirsiniz.
Bu arada eşeklik edip ot uğruna kuyuya düşmemeye de dikkat etmek gerek, her zaman eşek gibi şanslı olamazsınız.
ANNE SEVGİSİ
Yeni doğum yapmıştı, Anne heyecanla:
– Bebeğimi görebilir miyim?
Kucağına yumuşak bir bohça verildi ve mutlu anne, bebeğinin minik yüzünü görmek için kundağı açtı ve şaşkınlıktan adeta nutku tutuldu! Anne ve bebeğini seyreden doktor hızla arkasını döndü ve camdan bakmaya başladı.
Bebeğin kulakları yoktu… Muayenelerde, bebeğin duyma yetisinin etkilenmediği, sadece görünüşü bozan bir kulak yoksunluğu olduğu anlaşıldı. Aradan yıllar geçti, çocuk büyüdü ve okula başladı.
Bir gün okul dönüşü eve koşarak geldi ve kendisini annesinin kollarına attı. Hıçkırıyordu. Bu onun yaşadığı ilk büyük hayal kırıklığıydı ağlayarak;
– Büyük bir çocuk bana ucube dedi.
Küçük çocuk bu kadersizliğiyle büyüdü. Arkadaşları tarafından seviliyordu ve oldukça başarılı bir öğrenciydi. Eğer insanların arasına karışmış olsaydı sınıf başkanı bile olabilirdi. Annesi, her zaman ona;
– Genç insanların arasına karışmalısın.
Ancak aynı zamanda yüreğinde derin bir acıma ve şefkat hissediyordu.
Delikanlının babası, aile doktoru ile oğlunun sorunu ile ilgili görüştü;
Hiçbir şey yapılamaz mı?” diye sordu.
Doktor;
– Eğer bir çift kulak bulunabilirse, organ nakli yapılabilir.
Böylece genç bir adam için kulaklarını feda edecek birisi aranmaya başlandı. İki yıl geçti bir gün babası;
– Hastaneye gidiyorsun oğlum, annen ve ben, sana kulaklarını verecek birini bulduk ancak unutma bu bir sır.
Operasyon çok başarılı geçti ve adeta yeni bir insan ortaya çıktı. Yeni görünümüyle psikolojisi de düzelen genç, okulda ve sosyal hayatında büyük başarılar elde etti. Daha sonra evlendi ve diplomat oldu. Yıllar geçmişti, bir gün babasına gidip sordu:
– Bilmek zorundayım, bana bu kadar iyilik yapan kişi kim? Ben o insan için hiçbir şey yapamadım…
Babası;
– Bir şey yapabileceğini sanmıyorum. Fakat anlaşma kesin, şu anda öğrenemezsin, henüz değil…
Bu derin sır yıllar boyunca gizlendi. Ancak bir gün açığa çıkma zamanı geldi. Hayatının en karanlık günlerinden birinde, annesinin cenazesi başında babasıyla birlikte bekliyordu. Babası yavaşça annesinin başına eline uzattı; kızıl kahverengi saçlarını eliyle geriye doğru itti; annesinin kulakları yoktu. Babası fısıldadı;
– Annen hiçbir zaman saçını kestirmek zorunda kalmadığı için çok mutlu oldu ve hiç kimse, annenin daha az güzel olduğunu düşünmedi değil mi?
Gerçek güzellik fiziksel görünüşe bağlı değildir, ancak kalptedir! Gerçek mutluluk, gördüğün de değil, asıl görünmeyendedir… Gerçek sevgi, yapıldığı bilinen de değil, yapıldığı halde bilinmeyendedir!
KARINCA VE HZ İBRAHİM
Nemrud, ona karşı gelen Hzİbrahim peygamberin ateşte yakılması emrini vermiş. Meydanda odunlardan büyük bir yığın yapıp odunları tutuşmuşlar. O kadar büyük bir alevmiş ki bulutlara kadar yükselmiş. Bütün hayvanlar ateşten korkmuş kaçmış. Nemrud, ne güçlü bir kral olduğunu herkes anlasın, görsün istemiş. Nemrud’un askerleri İbrahim peygamber’i mancınıkla ateşin tam orta yerine atacaklarmış.
Bu sırada göklere kadar varan ateşe doğru bir karınca ağzında küçücük bir damla su ile telaşla gidiyormuş. Başka bir karınca onun bu telaşını görüp sormuş:
– Acele ile nereye gidiyorsun?
Telaşla yetişmeye çalışan karınca, ağzındaki bir damla suyu ellerinin arasına alıp cevap vermiş:
– Haberin yok mu? Nemrud, İbrahim peygamberi ateşe atacakmış. Meydana ateşin olduğu yere su götürüyorum.
Diğer karınca kahkahalarla gülerek demiş ki:
– Senin yanan büyük ateşten haberin yok mu? Ateşe hiç bakmadın mı? Ne kadar büyük, senin bir damla suyun ateşe ne yapabilir ki?
Bir damla su taşıyan karınca:
– Olsun, hiç olmazsa hangi taraftan olduğum anlaşılır.
Hayat akarken geçmişte de günümüzde de zalimler hakim olsa da gücünüz yettiğince zalime karşı durulmalıdır.
700 YILLIK ÖĞÜT
Şeyh Edeb-Ali‘nin Osmanlı’nın kurucusu Osman Beye verdiği öğütler. 700 yıl önce söylenmiş ama bugün bile geçerli eskimemiş öğütler. Her liderin bugünde alması gereken öğütler. “Oğul insanlar vardır şafak vaktinde doğar, akşam ezanında ölürler. Avun oğlum avun. Güçlüsün, kuvvetlisin, akıllısın, kelamlısın, ama bunları nerede, nasıl kullanacağını bilemezsen sabah rüzgarında savrulur gidersin… Öfken ve nefsin bir olup aklını yener. Daima sabırlı, sebatlı ve iradene sahip olasın. Dünya senin gözlerinin gördüğü gibi büyük değildir. Bütün fethedilmemiş gizemler, bilinmeyenler, görülmeyenler ancak senin fazilet erdemlerinle gün ışığına çıkacaktır. Ananı, atanı say, bereket büyüklerle beraberdir. Bu dünyada inancını kaybedersen, yeşilken çorak olur çöllere dönersin. Açık sözlü ol, her sözü üstüne alma. Gördün söyleme, bildin bilme Sevildiğin yere sık gidip gelme, kalkar muhabbetin itibar olmaz. Üç kişiye acı: * Cahiller arasındaki alime, * Zenginken fakir düşene, * Hatırlı iken itibarını kaybedene. Unutma ki, yüksekte yer tutanlar, aşağıdakiler kadar emniyette değildir. Haklı olduğunda mücadeleden korkma. “Bilesin ki atın iyisine DORU,” “Yiğidin iyisine DELİ derler.”
Kusur Bazen Bizden Kaynaklanır
Adamın biri artık karısının eskisi kadar iyi duymadığından korkuyormuş ve karısının işitme cihazına ihtiyaç duyduğunu düşünüyormuş. Ona nasıl yaklaşması gerektiğinden emin değilmiş. Bu durumu konuşmak için aile doktorunu aramış; doktor adamın karısının ne kadar duyduğunu anlayabilmesi için basit bir yöntem önermiş. “Yapacağın şey şu, karından 40 adım ileride dur, normal bir konuşma tonuyla bir şeyler söyle; eğer duymazsa 30 adım ilerisinde aynı şeyi tekrarla, sonra 20 adım; cevap alana kadar aynı şeyi tekrarla” O akşam karısı mutfakta akşam yemeğini hazırlarken adam işlemi uygulamaya koymuş. 40 adım uzaklıktan karısına normal bir konuşma tonuyla seslenmiş “Hayatım bu akşam yemekte ne var?” Cevap yok Mutfağa biraz yaklaşmış. Mesafeyi 30 adıma indirmiş ve soruyu tekrarlamış “Hayatım bu akşam yemekte ne var?” Gene cevap yok Mutfağa biraz daha yaklaşmış, mesafe 20 adım ve tekrar sormuş “Hayatım bu akşam yemekte ne var?” Hala cevap yok Adam mutfağın kapısına gelmiş artık mesafe iyice azalmış ve soruyu tekrarlamış “Hayatım bu akşam yemekte ne var?” Gene cevap alamamış. Bu sefer karısına iyice yaklaşmış ve aynı soruyu tekrar sormuş “Hayatım bu akşam yemekte ne var?” “Hayatım beşinci kez söylüyorum, tavuk”
Ama ben …
Yaşlı bir adama sokakta yürürken araba çarpmış ve yaşlı amca hafif yaralanmış. Etraftakiler hastaneye götürmüşler. Hemşireler, röntgen çekerek her hangi bir kırık veya çatlak olup olmadığını inceleyeceklerini söylemişler. Yaşlı adam huzursuzlanmış; “acelesi olduğunu, röntgen istemediğini” söylemiş. …Hemşireler merakla acelesinin nedenini sormuşlar. “Eşim huzur evinde kalıyor. Her sabah birlikte kahvaltı etmeye giderim, gecikmek istemiyorum” demiş. Hemşire “Eşinize haber iletir gecikeceğinizi söyleriz” deyince; Yaşlı adam üzgün bir ifade ile: “Ne yazık ki karım Alzheimer hastası hiç bir şey anlamıyor,hatta benim kim olduğumu dahi bilmiyor” demiş. Hemşireler hayretle: “Madem sizin kim olduğunuzu bilmiyor neden her gün onunla kahvaltı yapmak için koşuşturuyorsunuz?” diye sormuşlar. Adam cevaplamış: “Ama ben onun kim olduğunu biliyorum..”
Önce Kendi Çizgini Uzat
Öğretmen sınıftaki zeki fakat kıskanç öğrenciye: – “Niçin arkadaşlarını çekemiyor, onların yaptıklarını bozup kavga ediyorsun?” diye sordu. Öğrenci, bir süre düşündükten sonra, – “Çünkü onların beni geçmelerini istemiyorum” dedi. “En iyi ben olmalıyım. ” Öğretmen, masasından kalktı, eline bir parça tebeşir aldı ve yere 15 cm. uzunluğunda bir çizgi çekti, kıskanç öğrenciye bakarak, – “Bu çizgiyi nasıl kısaltırsın?” dedi. Öğrenci bir süre bu çizgiyi inceleyip içinde çizgiyi birçok parçaya bölmek de olan birkaç yanıt verdi.
Öğretmen, yanıtları kabul etmedi ve yere ilkinden daha uzun bir çizgi çekti. – “Şimdi birinci çizgi nasıl görünüyor?” diye sordu. Öğrenci utana sıkıla, – “Daha kısa” diyerek başını öne eğdi.
Öğretmen bu yanıt üzerine öğrencisine unutmaması gereken şu öğüdünü verdi: – Bilgini ve yeteneklerini artırarak kendi çizgini uzatman, rakibinin çizgisini bölmeye çalışmandan daha iyidir…
Mutluluğun Peşinden Gitmek
500 kişi bir seminerdeydi. Birden konuşmacı durdu ve bir grup çalışması yapmaya karar verdi. Herkese bir balon vererek başladı. Herkes gazlı kalemle balonuna adını yazmalıydı. Sonra bütün balonlar toplandı ve bir odaya kapatıldı. Katılımcılar odaya alındı ve 5 dakika içinde üzerine isimlerini yazdıkları balonu bulmaları söylendi. Herkes deli gibi kendi adını aramaya başladı, insanlar çarpıştılar, bir birlerini ittirdiler, tamamen bir kaos ortamı oluştu. 5 dakikanın sonunda kimse kendi balonunu bulamamıştı. Konuşmacı bu sefer herkesin bir balon almasını ve üzerinde adı yazan kişiye o balonu vermesini söyledi. Bir kaç dakika içinde herkes kendi balonuna kavuşmuştu. Konuşmacı dedi ki: “Yaşamımızda bunu görüyoruz. Herkes deli gibi mutluluğu arıyor ve nerede olduğunu bilmiyor. Bizim mutluluğumuz başkalarının mutluluğunda gizlidir. Onlara mutluluk verin; sizinki size gelir. Ve insanların yaşam amacı da budur…mutluluğun peşinden gitmek.”
Sevgi Çeşitleri – Masumi Toyotome
Sevgi konusuna, Japon düşünür ve yazar Masumi Toyotome´nin bakış açısı:
“Herkes sevilmek ister, ama sevgi nedir, nerede bulunur, biliyor muyuz?” diye soruyor. Sonra anlatmaya başlıyor…
Masumi´ye göre, dünyada 3 tür Sevgi vardır. Bunlar, eğer, çünkü ve rağmen sevgi türleridir.
Birincinin adı ´Eğer´ türü sevgi:
Belli beklentileri karşılarsak bize verilecek sevgiye bu adı takmış yazar. Örnekler veriyor: Eğer iyi olursan baban annen seni sever. Eğer başarılı ve önemli kişi olursan seni severim. Eğer eş olarak benim beklentilerimi karşılarsan seni severim. Toyotome en çok rastlanan sevgi türü budur diyor. Bir şarta bağlı sevgi . Karşılık bekleyen sevgi .
Sevenini istediği bir şeyin sağlanması karşılığı olarak vaat edilen bir sevgi türüdür bu diyor yazar. Nedeni ve şekli bakımından bencildir. Amacı sevgi karşılığı bir şey kazanmaktır. Yazara göre evliliklerin pek çoğu ´Eğer´ türü sevgi üzerine kurulduğu için çabuk yıkılıyor.
En saf olması gereken anne baba sevgisinde bile ´Eğer´ türüne rastlanıyor.
İkinci türe geçiyoruz; ´Çünkü´ türü sevgi.
Masumi bu tür sevgiyi şöyle tarif ediyor: Bu tür sevgide kişi bir şey olduğu bir şeye sahip olduğu ya da bir şey yaptığı için sevilir.
Başka birinin onu sevmesi sahip olduğu bir niteliğe ya da koşula bağlıdır. Örnek mi?
“Seni seviyorum. Çünkü çok güzelsin” (Yakışıklısın Başarılısın) . “Seni seviyorum. Çünkü o kadar popüler o kadar zengin o kadar ünlüsün ki.”
“Seni seviyorum. Çünkü bana o kadar güven veriyorsun ki.”
Yazar ´Çünkü´ türü sevginin ´Eğer´ türü sevgiye tercih edileceğini anlatıyor. Eğer türü sevgi bir beklenti koşuluna bağlı olduğundan ağır bir yük haline gelebilir. Zaten sahip olduğumuz bir nitelik yüzünden sevilmemiz egomuzu okşayan hoş bir şeydir. Bu tür olduğumuz gibi sevilmektir. İnsanlar oldukları gibi sevilmeyi tercih ederler. Bu tür sevgi onlara yük getirmediği için rahatlatıcıdır. Ama aslına bakarsanız “Çünkü” türün “Eğer” türünden temelde pek farklı olmadığını görürsünüz. Kaldı “Çünkü” türü sevgi de yük getirir insana.
İnsanlar hep daha çok insan tarafından sevilmek isterler. Hayranlarına yenilerini eklemek için çabalarlar. Sevilecek niteliklere onlardan biraz daha fazla sahip biri ortaya çıktığı zaman sevenlerinin artık ötekini sevmeye başlayacağından korkarlar. Böylece yaşama sonsuz sevgi kazanma gayretkeşliği ve rekabet girer. Ailenin en küçük kızı yeni doğan bebeğe içerler. Sınıfının en güzel kızı yeni gelen kıza içerler. Evli kadın kocasının genç ve güzel sekreterine içerler.
“O zaman Çünkü türü sevgide güven duygusu bulunabilir mi ?” diye soruyor Masumi .
“Çünkü” türü sevgi de gerçek ve sağlam sevgi olamaz diyor. Bu tür sevginin güven duygusu vermeyişinin iki ayrı nedeni daha var.
Birincisi “Acaba bizi seven kişinin düşündüğü kişi miyiz?” korkusu.
Tüm insanların iki yanı vardır. Biri dışa gösterdikleri öteki yalnızca kendilerinin bildiği. İnsanlar sandıkları kişi olmadığımızı anlar ve bizi terk ederlerse korkusu buradan doğar.
İkincisi de “Ya günün birinde değişirsem ve insanlar beni sevmezse?” endişesidir.
Japon yazar; toplumlardaki sevgilerin çoğu ´Çünkü´ türünde olup bu tür sevgiler kalıcılığı konusunda insanı hep kuşkuya düşürür diyor. Peki o zaman gerçek sevginin güvenilebilecek sevginin özellikleri nedir? Ve işte sevgilerin en gerçeği. Tabii Masumi ye göre.
Üçüncü tür sevgi benim ´Rağmen´ diye adlandırdığım türdür diyor yazar.
Bir koşula bağlı olmadığı için ve karşılığında bir şey beklenmediği için? “Eğer” türü sevgiden farklı bu.
Sevilen kişinin çekici bir niteliğine dayanıp böyle bir şeyin varlığını esas olarak almadığı için “Çünkü” türü sevgi de değil.
Bu üçüncü tür sevgide insan bir şey beklediği için değil bir şeyler eksik olmasına rağmen sevilir.
Esmeralda Quasimodo´yu dünyanın en çirkin en korkunç kamburu olmasına rağmen sever.
Asil yakışıklı zengin delikanlı da Esmeralda´ya çingene olmasına rağmen aşıktır.
Kişi dünyanın en çirkin en zavallı en sefil insanı olabilir. Bunlara rağmen sevilebilir. Burada insanın iyi çekici ya da zengin bir konum elde ederek sevgiyi kazanması gerekmiyor.
Kusurlarına cahilliğine kötü huylarına ya da kötü geçmişine rağmen olduğu gibi o haliyle sevilebiliyor.
Bütünüyle çok değersiz biri gibi görünebiliyor ama en değerli gibi sevilebiliyor. Japon yazar yüreklerin en çok susadığı sevgi budur diyor.
Farkında olsanız da olmasanız da bu tür sevgi sizin için yiyecek içecek giysi ev aile zenginlik başarı yada senden daha önemlidir. Bunun böyle olduğundan nasıl emin olacaksınız?
Hakli olduğunu kanıtlamak için sizi bir teste davet ediyor. “Şu soruma cevap verin” diyor.
“Kalbinizin derinliklerinde dünyada kimsenin size aldırmadığını ve hiç kimsenin sizi sevmediğini düşünseydiniz yiyecek elbise ev aile zenginlik başarı ve üne olan ilginizi yitirmez miydiniz? “
Kendi kendinize yaşamamın ne yararı var diye sormaz mıydınız? Devam ediyor Masumi ; şu anda en sevdiğiniz kişinin sizi sadece kendi çıkarı için sevdiğini anladığınızı bir düşünün. Dünya birden bire başınızın üstüne çökmez miydi? O an yaşam size anlamsız gelmez miydi?
Diyelim sıradan bir yaşamınız var. Günlük yaşıyorsunuz. Günün birinde gerçek derin ve doyurucu bir sevgi bulacağınızdan umudunuz olmasa kalan hayatınızı nasıl yaşardınız? diye soruyor ve yanıtlıyor; Öyleleri ya iyice umutsuzluğa kapılıp intihar ediyorlar ya da kendilerini iyice dağıtıp yaşayan ölü haline geliyorlar.
Masumi iddialı savunuyor “Rağmen” türü sevgiyi.
Bugün yaşamınızı sürdürebilmenizin nedeni “Rağmen” türü sevgiyi şu anda yaşamanız ya da bir gün bu sevgiyi bulacağınıza olan inancınızdır. Son sözlerinde biraz umutsuz Masumi.
“Bugün yaşadığımız toplumda herkesi doyuracak bu sevgiyi bulmak zor. Çünkü herkesin sevgiye ihtiyacı var. Kimsede başkasına verecek fazlası yok” diye açıklıyor.
Anlatıyor; yakınımızda olan birinin bu sevgiyi bize vermesini bekleriz. Ama o da ayni şeyi başkasından beklemektedir.
Peki bu dünyada sevgi ne kadar var ? Yazara göre açlığımızı biraz bastıracak kadar. Ve de yemek öncesi tadımlık gelen iştah açıcılar gibi.
Bu minnacık tadım bizi daha müthiş bir sevgi açlığına tahrik ve teşvik ediyor. Bu minnacık tadım sevgiye ne kadar muhtaç olduğumuzu anlatıyor. Büyük bir hırsla ana yemeğin gelmesini ve bizi doyurmasını bekliyoruz.
Hani nerede? Hepsi o. Ve asıl çarpıcı cümle en sonda;
DÜNYADAKİ EN BÜYÜK KITLIK “RAĞMEN TÜRÜ SEVGİNİN ” YETERİNCE OLMAYIŞIDIR.
HAYATINIZDA “RAĞMEN” SEVDİĞİNİZ KAÇ KİŞİ VAR ?
Kartalın yeniden doğuşu
Kartal, kuş türleri içinde en uzun yaşayanıdır. 70 yıla kadar yaşayan kartallar vardır. Ancak bu yaşa ulaşmak için, 40 yaşlarındayken çok ciddi ve zor bir kararı vermek zorundadır.
Kartalın yaşı 40’a dayandığında pençeleri sertleşir, esnekliğini yitirir ve bu nedenle de beslenmesini sağladığı avlarını kavrayıp tutamaz duruma gelir. Gagası uzunlaşır ve göğsüne doğru kıvrılır. Kanatları yaşlanır ve ağırlaşır. Tüyleri kartlaşır ve kalınlaşır.
Artık kartalın uçması iyice zorlaşmıştır. Dolayısıyla kartalın burada iki seçimden birisini yapması gerekir. Ya ölümü seçecektir ya da yeniden doğuşun acılı ve zorlu sürecini göğüsleyecektir.Bu yeniden doğuş süreci 150 gün kadar sürecektir. Bu yönde karar verirse kartal bir dağın tepesine uçar ve orada bir kaya duvarda, artık uçmasına gerek olmayan bir yerde yuvasında kalır. Bu uygun yeri bulduktan sonra kartal gagasını sert bir şekilde kayaya vurmaya başlar. En sonunda kartalın gagası yerinden sökülür ve düşer. Kartal bir süre yeni gagasının çıkmasını bekler. Gagası çıktıktan sonra bu yeni gaga ile pençelerini yerinden söker çıkarır. Yeni pençeleri çıkınca kartal bu kez eski kartlaşmış tüylerini yolmaya başlar. 5 ay sonra kartal, kendisine 20 yıl veya daha uzun süreli bir yaşam bağışlayan meşhur yeniden doğuş uçuşunu yapmaya hazır duruma gelir.
Kendi yaşamımızda sık sık bir yeniden doğuş süreci yaşamak zorunda kalırız. Zafer uçuşunu sürdürmek için, bize acı veren eski alışkanlıklarımızdan, geleneklerimizden ve anılarımızdan kurtulmak zorundayız. Ancak geçmişin gereksiz safhasından kurtulduğumuzda, deneyimlerimizin yeniden doğuşumuzun getireceği olağanüstü sonuçlardan tam olarak yararlanabiliriz.
“Geride kalanları unutmak ve önümüzde bizi bekleyenlere ulaşmak için hedefinize doğru ilerleyin”
Yoksul Çiftçi
İskoçya’da yoksul mu yoksul bir çift yaşardı. Fleming’di adı. Günlerden bir gün tarlada çalışırken bir çığlık duydu. Hemen sesin geldiği yere koştu. Bir de baktı ki beline kadar bataklığa batmış bir çocuk, kurtulmak için çırpınıp duruyor. Çocukcağız bir yandan da avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Çiftçi çocuğu bataklıktan çıkardı ve acılı bir ölümden kurtardı.
Ertesi gün Fleming’in evinin önüne gelen gösterişli arabadan şık giyimli bir aristokrat indi. Çiftçinin kurtardığı çocuğun babası olarak tanıttı kendini.
”Oğlumu kurtardınız, size bunun karşılığını vermek istiyorum” dedi.
Yoksul ve onurlu Fleming ; ”Kabul edemem!” diyerek ödülü geri çevirdi. Tam bu sırada kapıdan çiftçinin küçük oğlu göründü.
”Bu senin oğlun mu?” diye sordu aristokrat. Çiftçi gururla ”Evet!” dedi. Aristokrat devam etti ;
”Gel seninle bir anlaşma yapalım. Oğlunu bana ver iyi bir eğitim almasını sağlayayım. Eğer karakteri babasına benziyorsa ilerde gurur duyacağın bir kişi olur.”
Bu konuşmalar sonunda Fleming’in oğlu aristokratın desteğinde eğitim gördü. Aradan yıllar geçti. Çiftçi Fleming’in oğlu Londra’daki St. Mary’s Hospital Tıp Fakültesi’nden mezun oldu ve tüm dünyaya adını penisilini bulan Sir Alexander Fleming olarak duyurdu.
Bir süre sonra aristokratın oğlu zatürreeye yakalandı. Onu ne mi kurtardı? Penisilin!
Aristokratın adı : Lord Randolp Churchill’ di…
Oğlunun adi ise : Sir Winston Churchill.
Bir yılın değerini anlamak için: Final sınavını geçememiş bir öğrenciye sor.
Bir ayın değerini anlamak için: Erken doğum yapmış bir anneye sor.
Bir haftanın değerini anlamak için: Haftalık bir gazetenin editörüne sor.
Bir saatin değerini anlamak için: Buluşmak için bekleyen aşıklara sor.
Bir dakikanın değerini anlamak için: Treni, otobüsü ya da uçağı kaçıran birine sor.
Bir saniyenin değerini anlamak için: Bir kazadan sağ çıkan birine sor.
Bir milisaniyenin değerini anlamak için: Olimpiyatlarda gümüş madalya kazanmış birine sor.
Vakit kimse için beklemez. Sahip olduğun her dakikanın kıymetini bil.
Onu bazı özel kişilerle paylaştığında değerini daha iyi bileceksin.
50 Yaşına Giren Bir Adamın Doğum Gününde Yazdığı, Herkesin Okuması Gereken 22 Maddelik Hayat Dersi
“Her gün ne kadar aptal olduğumu daha iyi anlıyorum. Aptal olmak normaldir. Ama ben 18 yaşındayken kendimi bir dâhi sanıyordum. Şimdi ise tam bir ahmak olduğumu fark ediyorum.”
1. “Deneyim, her türlü maddiyattan daha değerlidir.”
2. “Hayatınızda yapacağınız en önemli kariyer seçimi, eş seçiminizdir.”
3. “Parayla ilgili üç yetenek vardır: Onu kazanmak, elde tutmak ve büyütmek. Bunların üçü de birbirinden çok farklı yeteneklerdir.”
4. “Çocuk sahibi olmak korkunç bir şeydir. Ama çocuk sahibi olmak muhteşem bir şeydir.”
5. “Bu konudaki tüm bilimsel çalışmaları bir kenara bırakarak söyleyebilirim ki, sekiz saatlik bir uyku çok önemlidir.”
6. “Yiyip içtiklerinize dikkat edin ve her geçen yıl porsiyonlarınızı biraz daha küçültün. Yaş ilerledikçe ne kadar spor yaparsanız yapın bir faydası olmuyor.”
7. “İnsanların sizin hakkınızda ne düşündüğünü önemsememek için çaba sarf edin. Bu, benim için hâlâ çok zor ama öğreniyorum.”
8. “İletişim kurduğunuz herkesi sanki kendi çocuğunuzmuş ve yarın ölecekmiş gibi hayal edin. Böylece dinlemeyi ve nâzik olmayı öğrenirsiniz.”
9. “Öfke aslında gerçek bir his değildir; onu yaratan korkudur. Öfkelenmeden önce sizi korkutan şeyin ne olduğunu düşünün.”
10. “Her beş senede bir hayatınızda radikal değişiklikler yapın. Aksi halde hayat oldukça sıkıcı olabiliyor.”
11. “Her gün yaratıcılığınıza belirli bir zaman ayırın. Yaratıcılık bir kas gibidir ve onu geliştirmeniz gerekir. İlhâm ise içi boş bir kelimeden ibarettir.”
12. “Minnettarlık ve şikayet etmek/suçlamak gibi durumlar bir insanda aynı anda bulunamaz. Hangisini yansıtmak istediğinizi seçin.”
13. “Okumak, bir hayata sığdıramayacağınız kadar deneyimi öğrenmenizi mümkün kılar. Bol bol okuyun.”
14. “Hayatta en çok yapmak istediğiniz 25 şeyi listeleyin ve sizin için en önemli olan 5 tanesini bunlardan ayırın. Daha sonra kalan 20’yi çöpe atın ve unutun; çünkü onlar sizde yalnızca kafa karışıklığı yaratır.”
15. “Başarının %99’u çalışmak, %1’i ise yetenektir. Yetenek ateşleyici güç ise, çalışmak benzindir.”
16. “Sık sık komedi izleyin; hatta imkânınız varsa her gün izleyin. Çünkü gülmenin hastalıkları iyileştiren bir gücü vardır.”
17. “Yazarken, sanki canı çok sıkılmış bir insanla konuşuyormuşsunuz gibi düşünün ve her cümlenizle onun dikkatini üzerinizde toplamaya çalışın.”
18. “Isaac Newton kalkülüsü icat etti; fakat aynı zamanda simyaya da inanıyordu. Pek çok aptalca şey yapmadan zeki ve başarılı olmanız mümkün değildir.”
19. “Akışına bırakmayı bilin. Tüm problemlerinizi bugün çözmeye çalışmayın.”
20. “Ne kadar az şeye sahip olursanız, o kadar az şey size sahip olur.”
21. “Sizden nefret ettiğini bildiğiniz insanlarla karşılaştığınızda onlara bakın, ellerini sıkın ve içten bir tebessümle karşılık verin.”
22. “Kabalık etmek insana hiçbir zaman hiçbir şey kazandırmaz. Karşınızdakileri anlamaya çalışın ve istedikleri her ne olursa olsun bunu başarabileceklerini söyleyin.”
İNSANI DÜZELTMEK
Adam, bir haftanın yorgunluğundan sonra, pazar sabahı kalktığında keyifle eline gazetesini aldı ve bütün gün keyif yapıp evde oturacağını hayal ediyordu. Tam bunları düşünürken oğlu koşarak geldi ve parka ne zaman gideceklerini sordu. Baba, oğluna söz vermişti; bu hafta sonu parka götürecekti onu, ama hiç dışarıya çıkmak istemediğinden bir bahane uydurması gerekiyordu. Sonra gazetenin promosyon olarak dağıttığı dünya haritası gözüne ilişti. Önce dünya haritasını küçük parçalara ayırdı ve oğluna uzattı:
- "Eğer bu haritayı düzeltebilirsen seni parka götüreceğim!" dedi.
- Sonra düşündü:
"Oh be, kurtuldum! En iyi Coğrafya profesörünü bile getirsen bu haritayı akşama kadar düzeltemez!"
Aradan on dakika geçtikten sonra oğlu babasının yanına koşarak geldi:
- "Babacığım, haritayı düzelttim. Artık parka gidebiliriz!" dedi.
Adam önce inanamadı ve görmek istedi. Gördüğünde de hayretler içindeydi ve oğluna bunu nasıl yaptığını sordu. Çocuk şu ibretlik açıklamayı yaptı:
- "Bana verdiğin haritanın arkasında bir insan resmi vardı. İnsanı düzelttiğim zaman dünya kendiliğinden düzelmişti!"
Sultan III. Murad Han o gün bir hoştur. Telaşeli görünür. Sanki bir şeyler söylemek ister sonra vazgeçer. Neşeli deseniz değil, üzüntülü deseniz hiç değil. Veziriazam Siyavuş Paşa sorar:- Hayrola efendim, canınızı sıkan bir şey mi var?- Akşam garip bir rüya gördüm.- Hayırdır inşallah?..- Hayır mı şer mi öğreneceğiz.- Nasıl yani?- Hazırlan, dışarı çıkıyoruz.Ve iki molla kılığında çıkarlar yola. Görünen o ki padişah hâlâ gördüğü rüyanın tesirindedir ve gideceği yeri iyi bilir. Seri, kararlı adımlarla Beyazıt’a çıkar, döner Vefa’ya, Zeyrek’ten aşağılara sallanır. Unkapanı civarında soluklanır. Etrafına daha bir dikkatle bakınır. İşte tam o sırada yerde yatan bir ceset gözlerine batar. Sorarlar;- Kimdir bu? Ahali:- Aman hocam hiç bulaşma, derler. Ayyaşın meyhuşun biri işte!..- Nerden biliyorsunuz?- Müsaade et de bilelim yani. Kırk yıllık komşumuz.Bir başkası tafsilata girer;- Biliyor musunuz, der. Aslında iyi sanatkardır. Azaplar Çarsısı’nda çalışır. Nalının hasını yapar... Ancak kazandıklarını içkiye, fuhuşa harcar. Hem şişe şişe şarap taşır evine, hem de nerde namlı mimli kadın varsa takar peşine..Hele yaşlının biri çok öfkelidir.- İsterseniz komşulara sorun, der. Sorun bakalım onu bir cemaatte gören olmuş mu?..Hasılı, mahalleli döner ardını gider. Bizim tedbili kıyafet mollalar kalırlar mı ortada!..Tam vezir de toparlanıyordur ki padişah yolunu keser:- Nereye?- Bilmem, bu adamdan uzak durmayı yeğlersiniz sanırım.- Millet bu, çeker gider. Kimseye bir şey diyemem... Ama biz gidemeyiz, şöyle veya böyle tebamızdır. Defini tamamlasak gerek.- İyi ya, saraydan birkaç hoca yollar kurtuluruz vebalden.- Olmaz, rüyadaki hikmeti çözemedik daha.- Peki ne yapmamı emir buyurursunuz?- Mollalığa devam... Naaşı kaldırmalıyız en azından.- Aman efendim, nasıl kaldırırız?- Basbayağı kaldırırız işte.- Yapmayın etmeyin sultanım, bunun yıkanması paklanması var. Tekfini, telkini...- Merak etme ben beceririm. Ama önce bir gasilhane bulmalıyız.- Şurada bir mahalle mescidi var ama...- Olmaz, vefat eden sen olsaydın nereden kalkmak isterdin?- Ne bileyim, Ayasofya’dan Süleymaniye’den, en azından Fatih Camii’nden...- Ayasofya ile Süleymaniye’de devlet erkanı çoktur. Tanınmak istemem. Ama Fatih Camii’ne iyi dedin. Hadi yüklenelim...Ve gelirler camiye. Vezir sağa sola koşturur, kefen tabut bulur. Padişah bakır kazanları vurur ocağa... Usulü erkanınca bir güzel yıkarlar ki, naaş ayan beyan güzelleşir sanki. Bir nurdur aydınlanır alnında. Yüzü şâkilere benzemez. Hem manâlı bir tebessüm okunur dudaklarında.Padişahın kanı ısınmıştır bu adama, vezirin de keza... Meçhul nalıncıyı kefenler, tabutlar, musalla taşına yatırırlar. Ama namaz vaktine hayli vardır daha...Bir ara vezir sıkıntılı sıkıntılı yaklaşır.- Sultanım, der. Yanlış yapıyoruz galiba...- Nasıl yani?...- Heyecana kapıldık, sorup soruşturmadan buraya getirdik cenazeyi. Kim bilir belki hanımı vardır, belki yetimleri?..- Doğru, öyle ya, neyse... Sen başını bekle, ben mahalleyi dolanıp geleyim.Vezir cüzüne, tesbihine döner, padişah garip maceranın başladığı noktaya koşar.Nitekim sorar soruşturur. Nalıncının evini bulur.Kapıyı yaşlı bir kadın açar. Hadiseyi metanetle dinler. Sanki bu vefatı bekler gibidir.- Hakkını helal et evladım, der. Belli ki çok yorulmuşsun. Sonra eşiğe çöker, ellerini yumruk yapar. Şakaklarına dayar... Ağlar mı? Hayır. Ama gözleri kısılır, hatıralara dalar belki. Neden sonra silkinip çıkar hayal dünyasından...- Biliyor musun oğlum? Diye dertli dertli söylenir...Bizim efendi bir âlemdi, vesselam...Akşamlara kadar nalın yapar... Ama birinin elinde şarap şişesi görmesin; elindekini avucundakini verir satın alırdı. Sonra getirip dökerdi helaya!..- Niye?- Ümmeti Muhammed içmesin diye...- Hayret...- Sonra, malum kadınların ücretlerini öder eve getirirdi. Ben sizin zamanınızı satın aldım mı? Aldım, derdi. Öyleyse şimdi dinleseniz gerek... O çeker gider, ben menkîbeler anlatırdım onlara... Mızraklı İlmihal. Hucceti islam okurdum...- Bak sen! Millet ne sanıyor halbuki...- Milletin ne sandığı umrunda değildi. Hoş, o hep uzak mescidlere giderdi.Öyle bir imamın arkasında durmalı ki, derdi. Tekbir alırken Kabe’yi görmeli...- Öyle imam kaç tane kaldı şimdi?- İşte bu yüzden Nişancı’ya, Sofular’a uzanırdı ya... Hatta bir gün;- Bakasın efendi, dedim. Sen böyle böyle yapıyorsun ama komşular kötü belleyecek. İnan cenazen kalacak ortada...- Doğru, öyle ya?..- Kimseye zahmetim olmasın, deyip mezarını kendi kazdı bahçeye. Ama ben üsteledim. İş mezarla bitiyor mu, dedim. Seni kim yıkasın, kim kaldırsın?- Peki o ne dedi?- Önce uzun uzun güldü, sonra;- Allah büyüktür hatun, dedi. Hem padişahın işi ne?Allahü tealanın öyle kulları vardır ki, halk onları bilmez.Hoş, bazen kendileri de makamlarının farkında değillerdir. Hulus-u kalp ile boyun büker ümmeti Muhammed’e, halifeyi müslimine dua ederler. Samimi niyazları ile zırh olurlar sultana... Bir seher vakti gözyaşı ile yapılan dua, binlerce topun yapamadığını yapar. Kralları yıkar, kaleleri paralar.İşte NALINCI BABA o adsız sansız Allah dostlarından biridir. Asıl adı Muhammed Mimi Efendi’dir. Bergama’lıdır.1592 yılında vefat etti. Cenaze hizmetlerini bizzat padişah gördü. Ve mübareği evine defnetti. Kabri üzerine bir kubbe, içine bir çeşme koydurdu. Dahası bir tekke ile yaşattı adını. Türbesi Unkapanı’nda, Cibali Tütün Fabrikası’nın arkasında, Harabzade Camii karşısındadır.
Milyarder Temizlik Görevlisi
İşsizin biri, temizlik işleri için Microsoft’a başvurur. İnsan Kaynakları, bir ön görüşmenin ardından test (yeri temizlemek) yaparlar ve: – “İşe alındın, e-mail adresini ver, sana başvuru formunu göndereyim, aynı zamanda, işe başlamak için geleceğin günü bildiririm” der. Adam çaresiz, bilgisayarının ve dolayısı ile e-mail adresinin olmadığını söyler. İnsan Kaynaklarından, onun adına üzüldüklerini, fakat e-mail’i yoksa, kendisinin de var olmadığını ve kendisi de olmadığı için işe alınamayacağını söylerler. Adam umutsuzca, ne yapacağını bilmeden, cebinde sadece 10$ ile çıkar. Ve bir markete girerek 10 kiloluk bir kasa domates alır. Kapı kapı dolaşarak, 2 saat içersinde sermayesini ikiye katlar. İşlemi birkaç kez daha tekrar eder ve aksam eve döndüğünde 60$’i vardır. Ve bu şekilde yaşayabileceğini anlar, her sabah erkenden evinden çıkar ve aksam geç saatlere kadar çalışır, ve her gün parasını üçe, dörde katlar. Az bir zaman sonra, bir el arabası alır, bunu bir kamyonla değiştirir ve bir sure sonra artık, birçok araçtan oluşan bir nakliye şirketi sahibidir. Beş sene geçer. Adamımız Birleşik Devletlerin en büyük gıda nakliye şirketlerinden bir tanesinin sahibidir artık. Artık ailesini ve geleceğini düşünmektedir. Genel hayat sigortası yaptırmaya karar verir. Bir sigorta şirketini arar, kendine uygun bir plan seçer ve konuşma biterken, sigortacı, teklifi gönderebilmek için adamın e-mail adresini ister. Adam e-mail’inin olmadığını söyler. Sigortacı şaşırır: – “Hayret, e-mail’iniz yok ve bu hanedanlığı kurabildiniz. Düşünün, ya bir de e-mail adresiniz olsaydı kimbilir ne olurdunuz?” Adam düşünür ve şu cevabı verir: – “Ne olacaktı, Microsoft’ta temizlikçi olurdum!!”
Neler Yapabileceğimizin Farkında Olamamak
Hindistan’da filleri yetiştirmek için, onları küçücükken kalın bir zincirle bir kazığa bağlarlarmış. Tabi bu yavru filin bu zinciri koparabilmesi, kırabilmesi ya da kazığı söküp atabilmesi mümkün değildir. Küçük fil önceleri bundan kurtulmak için tüm gücüyle uğraşır, defalarca dener ama sonucu değiştiremez, özgürlüğüne kavuşamaz. Yıllar geçer, fil kocaman olur... Bağlı olduğu kazığın ve zincirin onlarca katına gücü yetebilir artık. Ama fil asla böyle bir girişimde bulunmaz. O özgür olamayacağına inanmıştır, artık kırılamayan şey, filin zinciri değil inancıdır.
Kurabiye Hırsızı
Bir gece kadının biri bekliyordu havaalanında, Daha epeyce zaman vardı, uçağın kalkmasına. Havaalanındaki dükkandan bir kitap ve bir paket kurabiye alıp, buldu kendisine oturacak bir yer.
Kendisini kitabına öyle kaptırmıştı ki, yine de Yanında oturan adamın olabildiğince cüretkar bir şekilde Aralarında duran paketten birer birer kurabiye Aldığını gördü, ne kadar görmezden gelse de.
Bir taraftan kitabını okuyup, bir taraftan kurabiyesini yerken, Gözü saatteydi, “kurabiye hırsızı” yavaş yavaş tüketirken kurabiyelerini. Kulağı saatin tik tak larındaydı ama yine de engelleyemiyordu tik tak lar sinirlenmesini. Düşünüyordu kendi kendine, “Kibar bir insan olmasaydım, Morartırdım şu adamın gözlerini!”
Her kurabiyeye uzandığında, adam da uzatıyordu elini. Sonunda pakette tek bir kurabiye kalınca “Bakalım şimdi ne yapacak?” dedi kendi kendine. Adam, yüzünde asabi bir gülümsemeyle, uzandı son kurabiyeye ve böldü kurabiyeyi ikiye. Yarısını kurabiyenin atarken ağzına, verdi diğer yarıyı kadına.
Kadın kapar gibi aldı kurabiyeyi adamın elinden ve “Aman Tanrım, ne cüretkar ve ne kaba bir adam, üstelik bir teşekkür bile etmiyor!”. Anımsamıyordu bu kadar sinirlendiğini hayatında.
Uçağının kalkacağı anons edilince bir iç çekti rahatlamayla. Topladı eşyalarını ve yürüdü çıkış kapısına, Dönüp bakmadı bile “kurabiye hırsızı” na. Uçağa bindi ve oturdu rahat koltuğuna, Sonra uzandı, bitmek üzere olan kitabına.
Çantasına elini uzatınca, gözleri açıldı şaşkınlıkla. Duruyordu gözlerinin önünde bir paket kurabiye! Çaresizlik içinde inledi, “Bunlar benim kurabiyelerimse eğer; ötekiler de onundu ve paylaştı benimle her bir kurabiyesini!” Özür dilemek için çok geç kaldığını anladı üzüntüyle, kaba ve cüretkar olan,”kurabiye hırsızı”kendisiydi işte.
Japonlar taze balığı hep çok sevmişlerdir. Fakat japonya sahillerinde bol balık bulmak mümkün olmamaktadır.
Balıkçılar, Japon nüfusu doyurabilmek için daha büyük tekneler yaptırıp daha uzaklara açıldılar.
Balık için uzaklara gidildikçe, geri dönmesi de daha çok vakit alır olmuştu. Dönüş bir – iki günden daha uzarsa, tutulan balıkların da tazeliği kaybolmaktaydı. Japonlar tazeliği kaybolmuş balığın lezzetini sevmemişlerdir.
Bu problemi çözebilmek için balıkçılar teknelerine soğuk hava depoları kurdurdular. Böylece istedikleri kadar uzağa gidip, tuttuklarını da soğuk havadeposunda dondurulmuş olarak saklayabileceklerdi. Ancak Japon halkı taze ile donmuş balık lezzet farkını hissedebiliyor ve donmuş olanlara fazla para ödemek istemiyorlardı. Balıkçılar
bu defa teknelerine balık akvaryumları yaptırdılar. Balıklar içeride biraz fazla sıkışacaklar, hatta, birbirlerine çarpa çarpa biraz da aptallaşacaklardı, ama yine de canlı kalabileceklerdi.
Japon halkı canlı olmasına rağmen bu balıkların da lezzet farkını anlayabiliyorlardı. Hareketsiz, uyuşmuş vaziyette günlerce yol gelen balığın, canlı, diri hareketli taze balığa göre lezzeti yine de etkilenmişti.
Siz olsaydınız ne yapardınız?
1950′lerde L.Ron Hubbart’ın gözlemlediği üzere “İnsanoğlu ancak hırs iddiası içinde bulunursa anormal çabalar sarfeder.
Ne kadar akıllı, uzman, inatçı iseniz iyi bir problemle uğraşmaktan o kadar zevk alırsınız.”
Japonlarda balıkları yine teknelerindeki akvaryumlarda tuttular, ancak içine küçük bir de köpekbalığı attılar.
Bir miktar balık köpekbalığı tarafından yutulmuştu, ama geride kalanlar son derece hareketli ve taze kalabilmişlerdi.
SONUÇ :
B e y n i n i z e b i r k ö p e k b a l ı ğ ı a t ı n v e n e l e r e u l a ş a b i l e c e ğ i n i z i o z a m a n g ö r ü n.
HAYATA FORMAT ATMAK
Bir zamanlar bir
psikoloji kitabında okuduğum bir bölüm vardı... Hayatın ve getirilerinin
kıymetini anlamak için tavsiye edilen bir metod vardı içinde.. Deniyordu ki; ;
arada bir, çok bunaldığınızda,hayatın sizin için çekilmez hale geldiğini
düşündüğünüzde kendinize 10 dakika ayırın ve kendi cenaze töreninizi düşünün;...
Cümleyi ilk okuduğumda çarpılmıştım... Ben girişin akabinde pozitif bir gelişme
ve tavsiye bekliyordum... Ama ; kendi ölümümüzü ve cenazemizi ; düşünmemiz
tavsiye ediliyordu... Tüylerim diken diken oldu ve yazarın saçmaladığını
düşündüm o an... Ama önyargı düşmanı biri olarak okumaya devam ettim...
Özellikle insanların
sizin için neler söyleyeceklerini, onlar için ne ifade ettiğinizi hissetmeye
çalışın... Diyordu ki; ; bunları düşündüğünüzde dünyadaki yerinizi, dünyayı
terkettiğinizde oluşacak boşluğu, sevdikleriniz ve sizi sevenler için öneminizi
anlayacaksınız... O andan geriye dönme şansınız olmadığını, hayat denen
kredinizin bittiğini ve onlara yanıt verme şansınız olmadığını düşünün...
Tekrar sarılma, bir kez daha öpme ihtimalinizin bittiğini hissedin...
Dünyadaki küslüklerin,
ayrılıkların, kavgaların yanında bu acının ve geri dönülmezliğin korkunç
çaresizliğini yaşayın... Bırakın canınız yansın, bırakın alevler içinde
kavrulsun tüm ruhunuz... Orada, o musalla taşında düşünün kendinizi...
Seyredin şu an çevrenizde olanların yüz ifadelerini... Akıllarından ve
yüreklerinden geçen cümleleri hayal edin...
Kitaba devam etmeden
bıraktım kenara ve gözlerimi kapatıp aynen düşünmeye başladım... Eşimi,
oğlumu, annemi, babamı, kardeşlerimi ve diğer tüm çevremi oturttum tek tek
kendi cenaze törenimdeki yerlerine... Birer birer yerleştirdim tabutumun
çevresine hepsini... Hayatımda çok nadir bu kadar canım yanmıştı...
Görüyordum işte ; babaaaa...; diye ağlayan biricik oğlumu... Eşim kucağında ;ağlayan
emanetimle; ayakta durmaya çalışıyordu per perişan... Koca çınar babacığım,
belli belirsiz dualar okuyordu, o gözümden hala gitmeyen vakur
duruşuyla... Annem, ciğerinden bir parça canlı canlı koparılmış gibi hem
içine hem dışına akıtıyordu gözyaşlarını...
Kardeşlerim,
akrabalarım ; çok erken gitti, doyamadı oğluna..; diyordu acıyan ses
tonlarıyla... Ve dostlarım... Onlar da şaşkındı... Bazısı ;daha dün
birlikteydik, nasıl olur..; diyordu... Sonra anladım yazarın ne
demek istediğini daha devamını okumadan kitabın... Bunları seyredip
onlara ;hayır ölmedim, burdayım..; demek istedim hayal olduğunu unutup...
Farkındalık önemli bir
kavramdır psikolojide... Belki de hiç aklımıza gelmeyen ve gelmeyecek bir
farkındalığı göstermek istemişti yazar... Kitabı okumaya ne gücüm kalmıştı, ne
de isteğim... Almam gereken dersi ve mesajı almıştım... Şimdi ne kitabın adını
ne de yazarı hatırlamıyorum... Şu an bunları yazarken bile çok kötü oldum... Bu
olayda tek farkındalık da yok üstelik... Biraz kendime geldikten sonra devam
ettim hayatımın en zor hayaline... Sırada çevremdekilerin ölümümün akabinde
neler söyleyecekleri vardı.. Usulen ve nezaketen
söylenenlerin dışında...
Onlarda bıraktığım
izleri, yaşananları ve yaşanamayanları elden geçirerek ben konuşturacaktım
hayalimde... İçlerini okuyacaktım, senaryo bana ait olarak... Yaşarken neler
yazmıştım, ölümümle neler okuyacaktım... Gerçek duygularıydı ulaşmaya
çalıştığım, ölüm acısının etkisiyle girilen duygusal mod değildi, deşifre
etmem gereken metin... Canım oğlumun söyleyecek çok şeyi yoktu... Özleyecekti,
yokluğumu hissedecekti.. Ağlayacaktı aklına geldikçe... Belki ölümün ne anlama
geldiğini hissedecek yaşa gelinceye kadar sıradan bir üzüntünün ötesine
geçmeyecekti duyguları... Ama hayal bu ya, 18-20 yaşına getirdim 2
saniyede oğlumu... ;hayal - meyal hatırlıyorum be baba seni...
Keşke şimdi yaşıyor
olsaydın da erkek erkeğe sohbet etseydik seninle... Bak mezuniyet törenimde de
babasızdım... Askere giderken kimin elini öpeceğim senin yerine... Diyecek canı
yanarak bir köşede... Sevgili eşim... Benim muhteşem hatunum... Nasıl dayanır
bensizliğe?... O ki, benim için her şeyini feda edip koşmuştu bana... Hayatının
tek adamı şimdi toprak olacaktı... Bir daha ; Seni seviyorum ; diyemeyecekti...
Bir daha hevesle açamayacaktı çalan kapıyı... Ve her gelen gece bensizliğini
haykıracaktı yüzüne... Her sabah da bensiz başlayacaktı koca gün...
Tek cümlesi takıldı o
an içime; ; Oyunbozanlık yaptın be böceğim, hani beraber ölecektik ?...;
Babam-annem, o bugüne
kadar evlat olarak mutlu edecek hiçbir şey yapamamanın acısıyla
kahrolduğum güzel insanlar... Helaldi şüphesiz hakları... Bilerek hiç
kırmamıştım onları... Üzerine titredikleri evlatları onlardan önce göçmüştü
işte önlerinde ve dualarına muhtaçtım.... Kaç anne ve babanın çekebileceği bir
acıydı ki evladının cenazesinde bulunmak... Herhalde insanın uzun yaşadığına
üzüldüğü nadir anlardan olsa gerek...
Diğerlerine
geçmiyorum... Bu yazıyı şu an yazıp sizlerle paylaştığıma göre ;diğerlerine;
artık sizler de dahilsiniz... Düşünün, bir gün bir mail ulaşıyor
mail-boxınıza ;ölmüş“ diye... Sizler kimbilir neler düşünür ve yazardınız...
Eşim şu an yanımda ağlıyor, sanki gerçekmiş gibi... Oysa ki yazarın amacı ;
Yaşamanın ve hala nefes alıyor almanın kıymetini; göstermekti...
Benim de öyle... Lafı çok uzattım farkındayım... Ama dediğimiz
çözümü zor süreç 2 satırla özetlenemeyecek kadar girintili çıkıntılı...
Ben o gün kurduğum o
hayalle, canımın tüm yanmasına rağmen YENİDEN DOĞDUM...
Bilgisayar diliyle ;format attım hayatıma;... Sahip olduklarımın farkına vardım
ve hala nefes alıyor olduğum için şükrettim... Gözlerimi açtığım anda o kötü ve
acı sahne bitmiş, oyun perde demişti... Peki ya hayal değil de, gerçek olsaydı
ve perde bir daha açılmamak üzere kapansaydı... Belki gerildiniz,
kötü oldunuz ama devamını getirirseniz buna değer bence... İşte bu final bu
yazıyı buraya kadar okumanıza değmiş olmalı...
Ben bu akşam
melankoliğim ve biraz abartmış olabilirim... Hani sanatçı ve şairiz ya ondandır
belki... Bence bu yazıyı sadece okuyarak bırakmayın... LÜTFEN ARADA BİR,
BURADAN ALDIKLARINIZI TARTIN, DÜŞÜNÜN VE HAYATINIZI GÖZDEN GEÇİRİN... Ölümün
kime ve ne zaman geleceğini Yüce Allah' tan başka bilen yok... İşte bu
yüzden hazır yaşıyorken ve nefes alıyorken yapabileceklerinizi yapın,
ertelemeyin...
Sizi sevenlere ve
sevdiklerinize daha fazla zaman ayırın... Bilerek - bilmeyerek kırdığınız
kalpleri tamir edin... Ve en önemlisi; VERDİĞİ-VERMEDİĞİ,
ALDIĞI-ALMADIĞI HERŞEY İÇİN, TEKRAR TEKRAR ŞÜKREDİN YÜCELER YÜCESİ YARADAN'A
CAN DÜNDAR..
Bir Kızılderili Hikayesi Yaşlı Kızılderili reisi ve torunu kulübelerinin önünde oturmuşlar, az ötede birbirleriyle boğuşup duran iki kurt köpeğini izliyorlardı. Köpeklerden biri beyaz, öteki siyahtı ve oniki yaşındaki çocuk kendisini bildiğinden bu yana o köpekler dedesinin kulübesi önünde boğuşup duruyorlardı. Dedesinin sürekli gözününde tuttuğu, yanından ayırmadığı iki kurt köpeğiydi bunlar. Çocuk kulübeyi korumak için bir köpeğin yeterli olduğunu düşünüyor, dedesinin neden ikinci köpeğe gereksinim duyduğunu ve renklerinin neden illa da siyah ve beyaz olduğunu anlamak istiyordu artık. Torununun bu yöndeki sorusunu, yaşlı reis bilgece bir gülümsemeyle yanıtladı: "Onlar benim için iki simgedir yavrum." dedi; "Biri iyiliğin, öteki kötülüğün simgesidir. Aynen bu köpekler gibi, iyilik ve kötülük de içimizde sürekli bir savaş içindedir. Onları seyrettikçe ben hep bunu düşünürüm. Onun için sürekli yanımda tutarım onları."Çocuk sözün burasına bir nokta koydu; "Onların arasında bir savaş varsa, kazananı, kaybedeni de olmalı" dedi; yeniden sordu: "Dede, sence hangisi kazanıyor bu savaşı?"Reis, şu yanıtı verdi: "Ben, hangisini daha çok beslersem, savaşı o kazanır."
"Adamın biri kötü yoldan para kazanıp bununla kendisine bir inek alır. Neden sonra, yaptıklarından pişman olur ve hiç olmazsa iyi bir şey yapmış olmak için bunu Hacı Bektaş Veli'nin dergâhına kurban olarak bağışlamak ister, o zamanlar dergâhlar aynı zamanda aşevi işlevi görüyordu. Durumu Hacı Bektaş Veli'ye anlatır. Ve Hacı Bektaş Veli: - Helal değildir! Kurbanı geri çevirir. Bunun üzerine adam Mevlevi dergâhına gider ve aynı durumu Mevlana'ya anlatır. Mevlana ise; bu hediyeyi kabul eder. Adam aynı şeyi Hacı Bektaş Veli'ye de anlattığını ama onun bunu kabul etmemiş olduğunu söyler ve Mevlana'ya bunun sebebini sorar. Mevlana şöyle der:
- Biz bir karga isek Hacı Bektaş Veli bir şahin gibidir. Öyle her leşe konmaz, o yüzden senin bu hediyeni biz kabul ederiz. Ama o kabul etmeyebilir. Adam üşenmez kalkar Hacı Bektaş Dergâhı'na gider ve Hacı Bektaş Veli'ye, Mevlana'nın kurbanı kabul ettiğini söyleyip bunun sebebini bir de Hacı Bektaş Veli'ye sorar. Hacı Bektaş Veli'de şöyle der:
- Bizim gönlümüz bir su birikintisi ise, Mevlana'nın gönlü okyanus gibidir. Bu yüzden, bir damlayla bizim gönlümüz kirlenebilir ama onun engin gönlü kirlenmez. Bu sebepten dolayı o senin hediyeni kabul etmiştir."
Böylesi tevazu ve incelikle, birbirlerini yermek yerine yüceltebilmeyi becerebilen bir insan ve toplum olmamız dileğiyle..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.